Anadolu’nun manevi mimarları: Akşemseddin Hazretleri

Müslümanların her yıl heyecanla beklediği Ramazan Ayı’nın yaklaşmasıyla birlikte, İslam alimlerinin hayatlarını Ankara Masası mercek altına alıyor. Yaklaşık 2 ay sürecek yazı dizisinin yirminci bölümünde Akşemseddin Hazretleri'nin hayatı var.
Ankara Masası
|
09 Nisan 2021, Cuma - 09:43
Anadolu’nun manevi mimarları: Akşemseddin Hazretleri

Dua ordusunun komutanları, hayatlarını İslam dinini daha iyi anlatabilmek için adayanlar...

Onlar Allah dostları, gönül sultanları, Anadolu’nun manevi mimarları…

Söz sarrafı, gönül aynası Yûnus Emre Hazretleri'nin birbirinden değerli mısralarla anlattığı büyük gönül sultânı Ahi Evran Hazretleri'nden, ömrünü Hak ve ilim yoluna adayan Hacıveyiszâde Mustafa Efendi'ye; ilmi ve mâneviyâtıyla 18. yüzyıl tasavvuf ve kültür hayatını derinden etkilemiş Hazreti Pir Nûreddîn Cerrâhî'den, ezel dünyâsında verdiği söz üzere yaşayıp, ahde vefâsına tam bir sadâkatle, ebedî âlemin aşk-ı ateşiyle yanmış gönül sultânı Şeyh Vefâ Hazretleri'ne kadar İslam alimlerinin hayatları Ankara Masası okuyucusu ile buluşuyor.

Yaklaşık 2 ay boyunca sürecek yazı dizisinin yirminci bölümü sizlerle...

AKŞEMSEDDİN HAZRETLERİ

Cânı terk etmek gerek bu evde cânân isteyen

Kahrı nûş etmek gerek derde dermân isteyen

Mâşukun yolunda âşık nâ-murad olmak gerek

Mâşuka vâsıl olmaya hicrinde pâyan isteyen

Ben ki mâşukun rızasın buldum bu gün

Sâdıku’l-kavl olmaya küfrüne îman isteyen

Ben ki sûret milkini kıldım harap anın için

Genci bulduysa acep olmaya vîran isteyen

Şems firâkın ağûsın nûş eyle vasl-ı yâr için

Har cevrin çeker şol gül-i handan isteyen

                                             Akşemseddin                                                            

Zevk-i sefâ ile O Yâr’e varmak için türlü sıkıntılar çeken, cevredildikçe sabredip bir gün olsun şikâyette bulunmamış bir gönül sultânıdır Akşemseddin Hazretleri (k.s)…

Akşemseddin Hazretleri'nin hayatı

Bir çağın kapanıp yeni bir çağın açılmasına vesîle olan bu sabır ve ilâhî aşkla, Fâtih Sultan Mehmed Han gibi Hz. Peygamber’in (s.a.v) müjdelediği bir fâtih yetiştirmiştir.

Anadolu’nun önemli bir ilim merkezi olduğu 15. yüzyılda yaşayan Akşemseddin Hazretleri, yetmiş senelik ömrü boyunca ilmiyle tüm dünyâya hizmet etmiş ve dünyânın maddî - mânevî olarak yeniden şekil aldığı Yeni Çağ’ın başlamasında en önemli mîmarlardan biri olmuştur. Bir taraftan ülkeler fethedilirken bir taraftan da gönüller fethedilmiştir onunla berâber.

Akşemseddin Hazretleri çok yönlü bir âlimdir. Târihte mikroorganizmalardan bahseden ilk kişi ve mikrobiyoloji biliminin babası sayılmaktadır. Hekimlik alanında derin bir bilgiye sâhiptir. Pek çok hastalığı iyileştirmiş, özellikle ruh hastalıklarının tedâvisinde büyük başarılar göstermiştir. Bunun için kendisine ‘‘Tabîb'ül-ervah’’ yani ‘‘Ruhların Doktoru’’ da denmiştir. Hatta İskoç oryantalist Elias John Wilkinson Gibb History of Ottoman Poetry adlı eserinde, Akşemseddin’in tıp alanındaki ilmini, Hacı Bayrâm-ı Velî Hazretleri ile berâber olduğu yıllarda elde ettiğini kaydetmiş ve kendisinden ‘‘âlim ve mübârek bir kimse’’ diye söz etmiştir.

Pasteur’dan önce mikrobu ilk bulan bilim adamı, İstanbul’un fethinin mânevî babası, Hacı Bayrâm-ı Velî’nin müridi, Fâtih Sultan Mehmed’ in hocasıdır Akşemseddin Hazretleri.

Akşemseddin Hazretleri'nin doğum yılı ve yeri

1389 yılında Şam’da dünyâya gelen büyük gönül sultânının asıl adı Şemseddin Muhammed bin Hamza olup lakabı ise Akşeyh'tir. Kendisi devrin ulemâsından Şihâbüddîn Sühreverdî'nin torunu, yine yaşadığı çağın en önemli âlimlerinden Hamza Efendi’nin oğludur. Akşemseddin Hazretlerinin mübârek soyları, Hz. Ebubekir Efendimize kadar ulaşır.

Akşemseddin Hazretleri 1396 senesinde, yedi yaşında iken babası ile birlikte Anadolu’ya göç ederek bugün Samsun iline bağlı olan Kavak ilçesine yerleşir.

Mânevî kir ve pasları temizlemekte mâhir, riyâzet ehli, saçı, sakalı, yüzü beyaz bir zât olması sebebiyle hocası Hacı Bayrâm-ı Velî tarafından kendisine Akşemseddin ve Akşeyh unvanları verilir. Ayrıca kaynaklarda Akşemseddin Hazretlerinin az yeme, az uyuma ve az konuşma gibi özelliklere sâhip olması sebebiyle yüzünün beyaz olduğu da yazmaktadır.

Akşemseddin Hazretleri'nin hayatı

Akşemseddin Hazretleri yedi yaşında iken Kur’ân-ı ezberleyerek hâfız olur. Evlâdının tahsili husûsunda son derece özenli davranan Şeyh Hamza, kısa bir süre sonra Kavak’da vefat eder. Akşemseddin’i ilim ve irfan üzere yetiştirmeye gayret eden Şeyh Hamza’nın kabri Kavak’ta bulunmaktadır.

Küçük yaşta yetim kalan Akşemseddin, babasının vefâtından sonra ilim tahsiline devam eder. Sarf, nahiv, mantık, meânî, belâgat ilmi, fıkıh, akâid ve hikmet üzerine tahsil alır. Zekâ ve istîdâdı hocaları tarafından hemen fark edilir. Çok kısa zamanda ilim yolunda hayli ilerleyen Akşemseddin, tıp ilmine karşı son derece alâkalıdır ve bu hususta da kendini yetiştirmeye çalışır. Tahsilinin ardından da Osmancık Medresesi'ne müderris olur.

Günün belli saatlerinde ders veren Akşemseddin artan zamanlarda nefsinin terbiyesi ile meşgul olur. Yüksek ahlak ve iyi bir mevki sâhibi olmasına rağmen mutmain olamayan Akşemseddin Hazretleri, tasavvuf terbiyesi almak maksadıyla, gönlünde dolup taşan ilâhî aşka rehber olacak mürşidi aramaya koyulur. Bu hâli görenler kendisine zamânın büyük velîsi Hacı Bayram Hazretlerine gitmesini tavsiye eder. Akşemseddin Hazretleri müderrislik görevini bırakarak, Ankara'ya doğru yola çıkar.

Akşemseddin Hazretleri'nin gördüğü rüya

Akşemseddin Ankara’ya ulaştığında etrafındakilere şöhreti Anadolu’nun her yerine yayılan Hacı Bayrâm-ı Velî'yi nerede bulabileceğini sorar. Ankaralılar o sırada karşı sokakta yanında iki dervişle gezen Hacı Bayram’ı göstererek;

“İşte şu gördüğün, dükkân dükkân gezerek para toplayan kişi Hacı Bayram'dır” der.

Akşemseddin Hazretlerinin yüzü buruşur, kalbi sıkıntıyla dolar. “Demek meşhur velî Hacı Bayram dükkân dükkân para topluyor, buralara kadar kendimi boşuna yormuşum” diyerek oradan uzaklaşır. Aradığı mürşidin Hacı Bayrâm-ı Velî olmadığını düşünen Akşemseddin Hazretleri, meşhur velî Şeyh Zeynüddîn-i Hâfî Hazretlerine mürid olmak gâyesiyle Halep'e doğru yola çıkar. Günlerce yol alan Akşemseddin Halep'e bir konak mesâfeye geldiğinde bir hana iner.

Sabah elleri yüzünde, korku, şaşkınlık ve dehşet içinde uyanır. Hâlâ gördüğü rüyânın tesirindedir. Sabah namazını edâ eden Akşemseddin, Halep yerine tekrar gerisin geri Ankara’ya doğru yola koyulur. Oysa Halep'e bir saat kalmıştır. Onu geri döndüren, Hacı Bayram Hazretleri ile ilgili gördüğü rüyâdır.

Rüyâsında kendi boynuna takılan bir zincirin Hacı Bayram Hazretlerinin elinde olduğunu görür. Akşemseddin, Halep'e gitmek istedikçe Hacı Bayram zinciri çekiyordur. Tam boğulmak üzere iken uyanır. Bu rüyâ tâbir gerektirmeyecek kadar âyandır. Akşemseddin hızla Hacı Bayram Hazretlerine gelirken, “Ne yaptım ben?” diyerek kendi kendine söylenir.

Ankara'ya gelip Hacı Bayrâm-ı Velî'nin dergâhına ulaşınca, onun talebeleriyle tarlada çalıştığını görür. Hemen yanına koşar fakat Hacı Bayram Akşemseddin’e hiç iltifat etmez. Hâlâ gördüğü rüyânın tesirinde olan Akşemseddin, diğer talebeler gibi tarlada çalışmaya başlar. Hacı Bayrâm-ı Velî yemek vakti geldiğinde de Akşemseddin'in yüzüne bakmaz. Hazırlanan yemeği dervişlerine taksim eder ve artanı da köpeklerin çanağına döker. Akşemseddin, bir onlara bir de kendine bakarak nefsini ayıplar ve “Sen buna lâyıksın” diyerek köpeklerin önüne konan yemekten yemeye başlar. Hacı Bayrâm-ı Velî, onun bu tevâzusuna dayanamayıp; "Köse, kalbimize girdin, gel yanıma" diyerek gönlünü alıp sofrasına oturttuktan sonra:

-Zincirle zorla gelen misâfiri böyle ağırlarlar, der.

Akşemseddin mahcup ve sevinçle Hacı Bayrâm-ı Velî Hazretlerinin müridi olur.

Hacı Bayrâm-ı Velî Hazretleri, Akşemseddin'i diğer dervişlerinden daha zor imtihanlara tâbi tutar. Zîra o hem büyük bir fâtihe hoca hem de İstanbul’a mânevî mîmâr olacaktır. Akşemseddin tam bir teslîmiyet göstererek hocasının terbiyesine harfi harfine uyar. Onca zahmetli eğitime rağmen kendisinden bir gün olsun ne bir âh ne bir şikâyet duyulur. Ve onca ilme sâhip olmasına rağmen tevâzu ve alçak gönüllülükle hızla yol alır.

Hacı Bayram Hazretleri, ne dilinde ne de gönlünde bir kere bile terbiyesine îtiraz etmeyen müridine artık icâzet verme vaktinin geldiğini anlar.

"Yâ Köse nice riyâzet eylersin, nefsin isteklerinden sakınırsın, âkıbet nur olursun. Vefât ettikten sonra seni kabrinde bulamazlar" diyerek müridine övgüde bulunur. Kısa zamanda tasavvuf yolunun bütün inceliklerini öğrenen Akşemseddin Hazretleri, biricik şeyhi Hacı Bayram Hazretlerinden icâzetini alır. Onun kısa sürede icâzet almasını bazı dervişler sindiremez. Hatta bu duruma dayanamayan bazı dervişler Hacı Bayram-ı Velî Hazretlerine sorar:

-Diğer dervişlere kırk yıldır hilâfet vermedin, az müddet içinde Akşeyh'e hilâfet verdin. Bunun hikmeti nedir?

Hacı Bayrâm-ı Velî Hazretleri şöyle cevap verir:

-Bu zeyrek, uyanık ve akıllı bir kösedir. Her ne görüp duydu ise hemen inandı. Sonra hikmetini yine kendisi anladı. Fakat yanımda kırk yıldan beri hizmet eden dervişler, hemen gördüklerinin ve duyduklarının aslını ve hikmetini sorarlar. Ona hilâfet verilişinin sebebi budur.

Akşemseddin Hazretleri'nin  Göynük yolculuğu

Hacı Bayrâm-ı Velî Hazretlerinin tahsil ve terbiyesiyle irşad makâmına yükselen Akşemseddin Hazretleri önce Beypazarı'na yerleşir. Burada bir mescid ve değirmen yaptırır. Halkın etrâfına toplanması ve şöhretinin artması üzerine önce İskilip, oradan da Göynük'e gider.

Göynük’e yerleştikten kısa bir süre sonra, kendisini seven ve hizmetine hayran olan bir kimse ilim ve irfan yolunda bir faydası olması için mülk bağışlar. Akşemseddin Hazretleri bağışlanan o yerin üzerine gelince, tebessüm eder. “Niçin tebessüm ettiniz?” diye sorulunca şöyle cevap verir:

-Otuz sene kadar önce seyahat ederken, yolum buraya düşmüştü. Görünce gönlüm buraya meyil etmişti. Gönlümden geçen bu arzu, otuz yıl sonra gerçekleşti. Onu hatırladım ve tebessüm ettim.

Göynük’te derviş yetiştirmeye başlayan Akşemseddin Hazretleri, biricik şeyhi Hacı Bayram Hazretlerinin Hakk’a yürüdüğünü öğrenir. Hocası Ankara'da fenâ âleminden bekâ âlemine göç etmek üzere iken; “Benim namazımı Akşemseddin kıldırsın ve cenâzemi yıkasın” vasiyetinde bulunur. Derhal Ankara’ya giden Akşemseddin Hazretleri vasiyet üzerine büyük bir kederle Hocası Hacı Bayrâm-ı Velî Hazretlerini yıkayıp namazını kıldırdıktan sonra sevenleriyle berâber hocasını defn eder.

Akşemseddin Hazretleri hocasının vasiyetini yerine getirdikten sonra tekrar Göynük'e döner. Burada da bir mescit ve değirmen inşâ eder. Bir yandan oğullarının, diğer taraftan da kendisine intisâb edip gönül veren müridlerinin tâlim ve terbiyesiyle uğraşır.

Akşemseddin Hazretleri mikrobun târifini yapar

Tıp ilminde de kendini yetiştiren Akşemseddin Hazretleri, çeşitli hastalıklara, hangi otlardan hazırlanan ilaçların iyi geleceğini bilir ve birçok insana şifâ dağıtır. Bu husustaki ilmi herkesçe duyulur. Bulaşıcı hastalıklar üzerinde de çalışmalar yapar. Çünkü o devirde salgın hastalıklar binlerce insanın ölümüne sebep olmaktadır.

Akşemseddin Hazretleri, "Hastalıkların insanlarda birer birer ortaya çıktığını sanmak yanlıştır. Hastalıklar insandan insana bulaşmak sûretiyle geçer. Bu bulaşma gözle görülmeyecek kadar küçük fakat canlı tohumlar vasıtasıyla olur" diyerek bundan beş yüz sene önce mikrobun târifini yapar. Onun bu açıklamaları yaptığı dönem, mikrobun ilk tanıtıcısı olarak bilinen İtalyan hekim Fracastor'dan yaklaşık 100 sene öncedir.

Akşemseddin Hazretleri, etkileri bakımından kansere benzeyen ‘‘seretan’’ denilen bir hastalıkla da uğraşır. Tıptaki şöhreti öyle yayılır ki, birkaç defa Edirne sarayına çağrılır. Talebelerinden Şeyh Mısırlıoğlu Abdurrahîm bu ziyâretlerden birini şöyle anlatır:

‘‘Hocam Akşemseddin ile Edirne'ye gitmiştik. Sultan Murad Han’ın kazaskeri Süleyman Çelebi hasta idi. Bizi saraya dâvet ettiler. Sultan’ın tabipleri Süleyman Çelebi'nin etrafında ona ilaç veriyorlardı. Hocam tabiplere “Bunun hastalığı nedir?” diye sordu. Onlar; “Şu hastalıktır” diye cevap verdiler. Hocam, “Buna Sersam ilâcı yapmak lâzımdır” buyurdu. Tabipler; “Bunun hastalığı o değildir amma sen yine o ilâcı ver.” deyip gittiler. Ben çok üzülmüştüm. Zîra hocamın hastalığa tam mânâsıyla vâkıf olamadığını zannetmiştim. Hocam divitle kalem istedi, reçetesini yazdı. İlaçlarını hazırladı ve Süleyman Çelebi'ye verdi. Aradan kısa bir zaman geçince, Süleyman Çelebi'de sıhhat alâmetleri belirdi ve iyi oldu.’’

Akşemseddin Hazretleri, saray eşrâfı tarafından hem dînî hem de tıbbî ilmiyle büyük hürmet görür. Akşemseddin Hazretlerinin hocası Hacı Bayrâm-ı Velî Hazretleri ile sık sık görüşen II. Murad, oğlu Sultan Mehmed’i mânevî eğitimi için Akşemseddin’e emânet eder. Zîra Akşemseddin, şeyhi Hacı Bayrâm-ı Velî'nin, “İstanbul'un fethini şu çocukla bizim köse görürler” sözünü unutmaz ve bunun tahakkuk edeceğine kalpten inanır. Bu sebeple Sultan Mehmed’i fetih için özenle hazırlamaya başlar.

İstanbul’un mânevî fâtihi olan Akşemseddin’in fetih ve Fâtih’le ilgisi hakkında Emîr Hüseyin Enîsî tarafından kaleme alınan Menâkıb-ı Akşemseddin’de şu hususlara yer verilir:

‘‘Merhum Sultan Mehmed Han, yirmi bir yaşında sultan oldu. Fetihten bir yıl sonra, bilginleri ve devlet adamlarının ileri gelenlerini Edirne’de topladı. İstanbul’un fethini onlarla enine boyuna değerlendirdi. Bilginlerden birisi o zaman fethe râzı olmamıştı. Hz. Peygamber’in sahâbeleri, dört halîfe ve tâbiinden birçok kişinin İstanbul’u almak için savaştıkları halde başarılı olamadıklarını belirterek konuyla ilgili hadisleri değerlendirerek İstanbul’un fethinin Mehdî’ye nasip olacağını düşünüp savaşa engel olmak istemişti.

Sultan, ilgili hadislerin hocası Akşemseddin tarafından da yorumlanmasını istedi. Akşemseddin, bu konudaki fikrini şöyle beyân etti: “İstanbul’u, önce Sultan Mehmed Han feth eder, daha sonra benî-asfer yani Batılılar alır. Onların elinden Mehdî geri alır.’’

Sultan, ulemânın önde gelenleri ile durumu tekrar değerlendirdi. Nihâyetinde şeyhin sözüne îtibar edilerek İstanbul’un fethine karar verildi. Sonunda İstanbul üzerine gidildi. Elli dört gün savaş yapıldı. Sonunda, batı ülkelerinden İstanbul’a büyük gemiler, asker ve yiyecek geldi. Kâfirler şenlik yaptılar. Bu durum karşısında âlimler ve idârî kadro toplandı. Sultân’ın huzuruna çıkarak şöyle dediler: “Bir sûfinin sözüyle bu kadar asker kaybedildi ve hazîne telef oldu. Batı dünyâsından kâfirlere yardım geldi, fetih ümidi kalmadı.”

Sultan Mehmed Han, vezîri Veliyüddinoğlu Ahmed Paşa’yı şeyhe gönderdi. Vezir, “Kalenin fethi ve düşman karşısında zafer kazanma ümidimiz var mıdır?” dedi. Şeyh bu soruya şöyle cevap verdi: “Ümmet-i Muhammed’den bu kadar Müslüman ve gazî, kâfir kalesine yönelsin. İnşallah fetih gerçekleşecektir.” Sultan bu sözle tam iknâ olmadı. “Belli bir vakit tâyininde bulunulsun.” dedi. Adı geçen vezîri, fetih vaktinin tâyini husûsunu görüşmek üzere tekrar şeyhe gönderdi. Akşemseddin, murâkabeye daldı. Gönül dünyâsında yaptığı yolculuk sonrasında, “Bu yılın Rabiülevvel ayının yirminci günü, seher vaktinde, en içten duygularla ve mânâ âleminin yardımlarını da hissederek, tarif edilen yönden yürüyüşe başlasınlar. O gün, fetih gerçekleşecek, İstanbul ezan sesleriyle dolacaktır.” buyurdu.

Belirtilen gün ve saat geldiği zaman, Osmanlı askerine yürüyüş emri verildi. Asker önce hisara hücum etti. Sultan Mehmed Han şeyhi de dâvet etti. Şeyh bu dâvete icâbet etmedi. Kendisiyle görüşme ve kimseyi kabul etmemeleri husûsunda da sûfilerini uyardı. Sultan, Akşemseddin’in dâvete icâbet etmemesine çok sinirlendi ve kalkıp şeyhin çadırına geldi. Sağlam olan çadır kapalıydı. Hançerini çıkarıp bir bölümünü ikiye ayırarak içeriye baktı. Çadırın içinde hiçbir şey yoktu. Şeyh bu sırada toprak üzerinde namaza durup secdeye varmış, tâcı mübârek başından düşmüş, ak saçları açığa çıkmış, mübârek saçı ve sakalına toprak bulaşmış ve gözünden akan yaşlarla da sofra kadar bir alan yaş olmuştu. Şeyh bu vaziyette duâ ediyordu. Sultan şeyhin bu hâlini ve inleyişini görünce dehşete kapıldı. Dönüp makâmına geldi ve kaleye baktı. Askerin önünde beyaz elbise giymiş bir grubun, Hisar’a doğru gittiğini gördü. Hemen o saatte kale fethedildi.’’

Fethin hemen ardından Şeyh Akşemseddin Hazretleri, fetih ordusu İstanbul'a girdikten sonra, Sultan Mehmed’e İslâmiyet'in harp ile ilgili hukukunun gözetilmesini hatırlatır ve buna uygun hareket edilmesini ister.

Fâtih Sultan Mehmed, feth olunan şehre öğle saatlerinde beyaz bir at üstünde Topkapı'dan girer. Muhteşem bir alayla ve alkışlar içinde ilerleyerek, Ayasofya'ya doğru yol alır. Zulümden ve haksızlıktan bıkmış olan Bizans halkı yeni bir bekleyiş içindedir fakat tedirgindir. Sultan Mehmed Han’ın yanında ileri gelen kumandanlarıyla vezirlerinden başka, Molla Gürânî, Molla Hüsrev, Akşemseddin ve Akbıyık Sultan gibi âlimler ve velîler topluluğu da bulunur. Fâtih Sultan Mehmed hocasının nasîhatini göz ardı etmez ve Bizans halkına hayatlarının, mallarının ve inançlarının güvende olduğunu söyler.

Fâtih Sultan Mehmed çok genç olduğu için, herkes Akşemseddin'i pâdişah zanneder. Ona, demet demet çiçek verirler. Akşemseddin genç pâdişâhı göstererek:

-Sultan Mehmed ben değilim, o’dur, der.

Sultan Mehmed ise:

-Gidiniz, yine ona gidiniz. Sultan Mehmed benim, ama o benim hocamdır. Şehrin mânevî fâtihidir, diyerek hocasına hürmet gösterir.

İşte bu mânevî atmosferle orta çağ kapanır ve yeniçağ başlar. Fâtih Sultan Mehmed, hocasıyla Ayasofya'ya gider. Ayasofya'nın câmiye çevrilmesi, Bizanslılar ile yapılan bir anlaşmaya bağlanır. Burada ilk hutbeyi, Akşemseddin Hazretleri okur. Okmeydanı'nda bir zafer alayı tertiplenir. Burada Akşemseddin Hazretleri gazîlere bir konuşma yapar. Bu konuşma tam bir nasîhat niteliğindedir:

‘‘Ey gazîler, bilin, âgâh olun ki; cümleniz hakkında, âhir zaman Peygamberi ol Server-i kâinat; ‘Onlar ne güzel askerdir’, buyurmuştur. İnşallah cümlemiz affedilmiş oluruz. Fakat gazâ malını israf etmeyip, İstanbul içinde hayr-ü-hasenâta sarf ve pâdişâhımıza itâat ve muhabbet ediniz.’’

Konuşmanın ardından, Fâtih Sultan Mehmed’in başına iki çatal ablak sorguç takıp;

‘‘Pâdişâhım, bütün Âli Osman'ın âbı rûyu oldun. Hemen mücâhid-i fî sebîlillah ol’’ diyerek, Gülbangı Muhammedî çeker.

Peygamberin kutlu müjdesi yerine gelmiş ve İstanbul feth olunmuştur.

Sultan Fâtih, fethin gerçekleşmesinden hemen sonra Akşemseddin Hazretlerine Eyüp Sultan Hazretlerinin kabrini hayli merak ettiğini söyler. Akşemseddin Hazretleri, Eyüp Sultan Hazretlerinin kabrini keşf ve ilham yoluyla tâyin ve tespit ettikten sonra kabrin baş ve ayakuçlarına iki çınar fidanı dikmek sûretiyle yerini belirler. Akşemseddin Hazretlerinin yaptığı tespîtin doğru olup olmadığı, Fâtih Sultan Mehmed dâhil birçok kimse için merak konusu olmuştur. Sultan, bu noktadaki merâkını gidermek için bir gece kabrin yerini gösteren çınar fidanlarını yerinden söktürüp, kıble tarafında farklı bir yere diktirir. Sonra da kabrin üzerine türbe yaptıracağını söyleyerek, gelip yeri kontrol etmesi için Akşemseddin Hazretlerine haber gönderir. Akşemseddin Hazretleri oraya gelir gelmez, çınar fidanlarının dikili olduğu yere hiç bakmadan doğruca önceden tâyin ve tespit ettiği yere gidip aynı noktayı işâret eder.

Böylece kabrin orada olduğuna kesin olarak hükmedilerek üzerine bugünkü türbe yaptırılır. Fâtih Sultan Mehmed, Akşemseddin'den türbeyle berâber yaptırdığı câmi ve medresede oturmasını ricâ eder. Fakat o, bu teklifi kabul etmeyerek Göynük'e döner.

Akşemseddin Hazretleri, Göynük'e geldikten sonra yine talebe yetiştirmeye ve insanları irşâda devam eder. Sultan Fâtih'le de alâkasını kesmeyip zaman zaman Edirne'ye ve İstanbul'a gelerek pâdişâhı ziyâret eder ve gönderdiği mektuplarla ona îkaz ve tavsiyelerde bulunur. Bir mektubunda Fâtih'e şöyle nasîhat etmektedir:

‘‘Bir dünyevî rahat ve cismânî lezzete, bir de uhrevî rahat ve rûhânî lezzete dayanan iki türlü hayat biçimi vardır. Birincisi ikinciye bakarak değersiz ve geçicidir. Şu halde ona iltifat etme. Esâsen peygamberlere, velîlere, halîfelere rahat değil; cefâlar ve müşküller lâyıktır. Sen de onların yolundasın. Nasîbinden elem değil zevk duy. Sen herhangi bir insan gibi değilsin; memleketin durumu, senin durumuna bağlıdır. Bedende görünen her şey rûhun eseri olduğu gibi, memlekette meydana gelen şeyler de Fâtih’in eseri olacaktır. Çünkü bedene oranla ruh ne ise, memlekete oranla sultanlar da aynı şeydir.’’

Şeyh Akşemseddin, pâdişâhın kendisine gönderdiği bütün ihsan ve hediyeleri hayır işlerinde kullanmak üzere vakıflar kurar. Bir taraftan da oğullarının ve talebelerinin terbiyesi ile meşgul olur.

Akşemseddin Hazretleri'nin ölümü

Büyük gönül sultânı Akşemseddin Hazretleri 1459 yılında, 70 yaşında iken Göynük’te Hakk’a yürür. Yaradan’a kavuşmadan evvel mürid ve evlâtlarını toplayarak onlara vasiyetnâmesini yazdırır. Akşemseddin Hazretlerinin oğullarına ve talebelerine vasiyeti belki de hepimizin bildiği ama yine de hatırlamaya çokça ihtiyaç duyduğumuz bir öğütler manzûmesidir. İşte bu gönül sultânının kalplerimize nakş olması gereken muhteşem vasiyetnâmesi şöyledir:

Akşemseddin Hazretleri'nin  vasiyetnâmesi


‘‘Ey oğul! Her işe besmele ile başla. Dâima abdestli ve temiz ol. Kimseden incinerek sitem etme ve kimse de senden incinmesin. Kimsenin kalbini vİran eyleme. Kardeşine ulaşan nîmete asla haset etme. Kimseyi kötüleme, yalan ve iftirâdan sakın. Kardeşinin kusurlarını görme. Ananı ve babanı duâdan ihmal etme. Dünyâ sultanlarının iltifatıyla sevinme. Dünyânın geçici sevinci seni oyalamasın. İhsan ve ikrâmın bol olsun, sadakayı ihmâl etme. Sırlarını ifşâ eyleme. Kendini başkalarına medh eyleme. Bu günden yarının tasasını çekme. Sofradan düşeni yemek, zenginliğe sebeptir. Dâima edepli ol, ikrâm ettiğine de mütevâzı ol. Dişini tırnağınla kurcalama. Evinde örümcek ağı olmasın. Elbiseni üzerinde iken dikme. Allah-û Teâlâ’ya isyandan sakın ki hâfızan ve zekân artsın. Sâhipsiz mala elini uzatma. Ölümü aklından hiç çıkarma.’’

Bu nasîhatlerin ardından Hakk’a yürüyen büyük velî ömrü boyunca Hak ile olmuş, halka hizmet etmiştir. Hayâtını üstün zekâsı, idrâki, her an öğrenme isteği ile sürdürmüştür. Öğrendiği ilimlerin hepsini halkın hizmetine sunmuş ve fakirin fukarânın yanında olmuştur. Başta İslâmî bilimler olmak üzere tıp, astronomi, biyoloji ve matematikte zamânın en ünlü âlimlerinden biri olarak nam salmış ve uzun yıllar Osmanlı medreselerinde yüzlerce talebe yetiştirmiştir.

Tıp alanında bulaşıcı hastalıklar üzerine de oldukça mühim çalışmalar yapmış; araştırmaları netîcesinde tıp ile ilgili Türkçe yazdığı Maddet-ül Hayat ve Arapça yazdığı Hall-i Müşkilât ve Risâlet-ün Nûriyye adlı tasavvuf kitapları, dünyâca bilinen meşhur eserleri arasındadır.

Bunların dışında; Risâle-i Zikrullah, Risâle-i Şerh-i Ahvâl-i Hacı Bayram-ı Velî, Def’ü Metâin, Makâmât-ı Evliyâ, Nasîhatnâme-i Akşemseddin, Kitâb-ül-Tıp isimli eserleri de bulunmaktadır.

Akşemseddin Hazretlerinin en büyük eseri ise şüphesiz, Fâtih Sultan Mehmed Han gibi büyük bir devlet adamını yetiştirmiş olmasıdır.

Akşemseddin Hazretleri kaleme aldığı bunca değerli eserle berâber birbirinden kıymetli pek çok derviş yetiştirmiştir. Bunlar arasında zâhirî ve bâtınî ilimleri çok iyi bilen yedi oğlu da bulunmaktadır. Oğulları Muhammed Sâdullah, Muhammed Fazlullah, Muhammed Nûrullah, Muhammed Emrullah, Muhammed Nasrullah, Muhammed Nûr-ul-Hûdâ ve Muhammed Hamîdullah’la berâber meşhûr halîfeleri Muhammed Fazlullah, Harizatü'ş-Şâmî Mısırlıoğlu, Abdürrahîm Karahisârî, Muslihuddîn İskilibî ve İbrâhim Tennûrî'dir.

Akşemseddin Hazretleri'nin türbesi

Şam’da başlayan ve Göynük’de nihâyetlenen dünya hayâtının ardından Akşemseddin Hazretleri sevenleri ve müridleri tarafından Göynük’te defn edilir. Cenâzesinde sâdece müridleri değil, tedâvi ettiği onlarca fakir de hazır bulunur.

Hayâtını Kur’an ve sünnet yoluna adayan Şeyh Akşemseddin Hazretleri, şan ve şöhretten dâima sakınmış, halka hizmeti Hakk’a hizmet bilmiştir. Tevâzu ve alçak gönüllülükle sürdürdüğü hayâtında bir kez olsun dünyâ saltanatına tenezzül etmemiştir.

1464 yılında talebesi Fâtih Sultan Mehmed hocası Akşemseddin için Göynük’te bir türbe yaptırmıştır.

Yaşamı boyunca tevâzudan bir an şaşmayan Akşemseddin Hazretlerinin türbesi de oldukça mütevâzı bir yapıdadır. Sandukası kapıdan içeri girince sağdadır. Ceviz üzerine kabartma yazı ile süslü olan bu sanduka Osmanlı ağaç işçiliğinin güzel bir temsilidir.

Akşemseddin Hazretleri, İslâm medeniyetinin yetiştirdiği en mümtaz şahsiyetlerden biridir. İsmi, İstanbul’la berâber minnet ve şükürle anılması gereken Akşemseddin Hazretleri yalnız İslâm âleminin değil bütün dünyânın tanıyıp değer verdiği bir bilim insanı olarak târihe geçmiştir.

Akşemseddin Hazretleri, ilâhî aşkı edebî bir dille anlatmada da üstaddır. Lâkinşiirlerinin birçoğu günümüze ulaşamamıştır. Günümüze kadar gelebilen şiirlerinde ise dünyânın fâni oluşuna vurgusu ve berâberinde ilâhî aşk ve vuslat hasreti göze çarpar.

Bu aşkı ben bilmez idim bu bir acep sevdâ imiş

Bir zerresi ay ve güneş, bir katresi deryâ imiş.

Bu aşk imiş varlık kamu, iyi, yavuz, uçmak tamu

Geri kalanı ey amu tek bir kuru kavga imiş.

Gâh yel gibi döner imiş gâh od olup yanar imiş.

Gâh toz olup tozar imiş gâh yağmur gâh kar imiş.

                                                                Akşemseddin

Allah (c.c) aşk-ı ateşi ile geçen hayâtının ardından 500 senedir hâlâ eserleriyle anıla gelen büyük bir âlim ve Allah dostudur Akşemseddin Hazretleri. Göynük’teki türbesi bugün bile ziyâretçi akınına uğramakta, ziyâretçileri arasında Müslümanların yanı sıra, onun tıp alanındaki başarılarına vâkıf olan bilim insanları ve gayrimüslimler de bulunmaktadır.

1988’den beri her yıl 28 Mayıs târihinde Akşemseddin Hazretlerini anma günü düzenlenmekte ve o gün Göynük’te buluşan sevenleri tarafından türbesi ziyâret edilmektedir.

Eserleri, nasîhatleri ve mîras bıraktığı İstanbul ve Fâtih Sultan Mehmed’le 500 senedir âriflerin gönülleri ve duâsında yaşamaya devam eden bir gönül sultânıdır Akşemseddin Hazretleri (k.s)..

Yazan: Nevin Şahin

http://ankaramasasi.com/haber/673626/anadolunun-manevi-mimarlari-aksemseddin-hazretleri
İlginizi Çekebilir

Yorumlar (0)

Yorumunuz İletilmiştir.