Anadolu’nun manevi mimarları: Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî

Müslümanların her yıl heyecanla beklediği Ramazan Ayı’nın gelmesiyle birlikte, İslam alimlerinin hayatlarını Ankara Masası mercek altına alıyor. Yaklaşık 2 ay sürecek yazı dizisinin 25. bölümünde Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin hayatı var.
Ankara Masası
|
10 Nisan 2021, Cumartesi - 16:39
Anadolu’nun manevi mimarları: Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî

Dua ordusunun komutanları, hayatlarını İslam dinini daha iyi anlatabilmek için adayanlar...

Onlar Allah dostları, gönül sultanları, Anadolu’nun manevi mimarları…

Söz sarrafı, gönül aynası Yûnus Emre Hazretleri'nin birbirinden değerli mısralarla anlattığı büyük gönül sultânı Ahi Evran Hazretleri'nden, ömrünü Hak ve ilim yoluna adayan Hacıveyiszâde Mustafa Efendi'ye; ilmi ve mâneviyâtıyla 18. yüzyıl tasavvuf ve kültür hayatını derinden etkilemiş Hazreti Pir Nûreddîn Cerrâhî'den, ezel dünyâsında verdiği söz üzere yaşayıp, ahde vefâsına tam bir sadâkatle, ebedî âlemin aşk-ı ateşiyle yanmış gönül sultânı Şeyh Vefâ Hazretleri'ne kadar İslam alimlerinin hayatları Ankara Masası okuyucusu ile buluşuyor.

Yaklaşık 2 ay boyunca sürecek yazı dizisinin 25. bölümü sizlerle...

MEVLÂNÂ CELÂLEDDÎN-İ RÛMÎ

Sevgide güneş gibi ol,

Dostluk ve kardeşlikte akarsu gibi ol,

Hatâları örtmede gece gibi ol,

Tevâzuda toprak gibi ol,

Öfkede ölü gibi ol,

Her ne olursan ol,

Ya olduğun gibi görün,

Ya göründüğün gibi ol

Bütün ömrünü bu hal üzere yaşamış ve kâmil insan olma yolunda, ilâhî aşka teslim olan sevenlerine de bu sözleri vasiyet etmiş bir gönül sultânıdır Hz. Pir Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî.

800 yıldır pek çok ülkeden gönül insanları, araştırmacılar Hz. Mevlânâ ile ilgili eserler kaleme almış, akademik çalışmalar yapılmış, O’nu anlamaya ve anlatmaya yönelik etkinlikler düzenlenmiş, adına kürsüler kurulmuştur. Hz. Mevlânâ’nın değerli torunları Çelebi âilesinin girişimleriyle 2007 yılı UNESCO tarafından “ Dünyâ Mevlânâ Yılı” îlân edilmiş ve ardından Mevlevîlik kültürü “Dünyâ Kültür Mîrâsı” listesindeki yerini almıştır.

Günlerce, aylarca, yıllarca anlatılsa, Hz. Mevlânâ’daki aşk ve ilim deryâsına nokta konulamaz. Ondaki derinliklere inilemez. Zîra sekiz asırdır sevgisiyle, her insanda farklı farklı vücud bulan, yolunda nice canların dirildiği bir aşk sultânıdır Hz. Mevlânâ.

Hayâtındaki incelik, güzellik, îman ve zarâfet ile sevenlerinin hayâtına onca güzellikle bereket katmış, Hz. Mevlânâ yüzyıllarca saraydan sanata, insan olma erdemine kadar her yerde etkili olmuştur.

Şu dünyâda, varlığı onu sevmekle hayat bulan nice âşıklar edep ve erkân içinde 800 yıldır aşk ve muhabbetle Konya’da “Makâm-ı Pir”de buluşmaktadır. Sekiz asırdır her an büyüyen bir aşk ile anıla gelmektedir Hz. Mevlânâ.

Hz. Pîr’in, "Hamdım, piştim, yandım" diye özetlediği mübârek hayâtını anlatmak her dil ve kalemin kârı değil elbet. Dil döndükçe, gönül yettikçe teslim ettik kalemi büyük İslâm velîsi Hz. Mevlânâ’ya.

Kendisinden asırlar sonra bile dünyâ insanlarının duygu ve düşünce iklîminde ufuklar açılmasına vesîle olan Hz. Mevlânâ, hayâtında Kur'an ve sünnetten bir adım ve bir nefes dahi ayrılmamıştır. Bu iki ana kaynağın dışında O’na isnad edilecek herhangi bir şeye cevâbı işte şu dizelerde saklıdır:

Ben sağ olduğum müddetçe Kur’ân’ın bendesiyim.

Ben, Hz. Muhammed Mustafa’nın yolunun tozuyum

Biri benden bundan başkasını naklederse

Ondan da şikâyetçiyim, o sözden de şikâyetçiyim

Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’e (s.a.v) aşk ve bağlılıkla geçmiş bir ömür… Bu ne büyük bir aşk ve sevgiyle bağlanıştır ki sekiz asırdır bizzat aşkın tanımı olmuştur Hz. Mevlânâ. Kolay mıdır Hz. Mevlânâ olmak? Kolay mıdır onca asır aşkla anılmak? Kolay mıdır aşkı onsuz anlamak? Değildir elbet. O da kolayca Mevlânâ olmamıştır zaten.

“Allah’tan geldik, Allah'a gidiyoruz...

Allah’tan başka kimsede kuvvet ve kudret yoktur.”

diyerek hicret yoluna koyulan, “Hz. Peygamber’in (s.a.v) yürüyüşünden daha iyi bir yürüyüş, yolundan daha doğru bir yol görmedik.” diyen, mü’minler kâfilesi, her biri bir rahmet âbidesi, Rabbâni âlim Sultânü’l-ulemâ âilesi...

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin doğum yeri ve yılı

Bu âileden bu âleme doğan, aşk ve rahmet güneşi Muhammed Celâleddin, 30 Eylül 1207 senesinde, bugün Afganistan sınırları içerisinde yer alan Horasan yöresindeki eski, büyük Türk kültür merkezi Belh'te dünyâya gelir. Belh şehri o devirlerde henüz Moğol istîlâsının uğramadığı bir ilim merkezi olup, câmileri, sarayları ile nam salmış ve iktisâden gelişmiş bir başkent olarak anılmaktadır.

İlim ve irfan deryâsı Hz. Mevlâna’nın asıl adı Muhammed Celâleddin'dir. Mevlânâ ve Rûmî isimleri kendisine sonradan verilir. “Efendimiz” mânâsına gelen Mevlânâ ismini daha pek genç iken Konya'da ders okutmaya başladığı târihlerde alır. İlk olarak “Güneşim” dediği Şemseddîn-i Tebrîzî ve oğlu Sultan Veled'in kullandığı bu ifâde zaman içinde bütün dünyânın O’nu anarken isminin yerine kullandığı bir sembol hâline gelir.

Rûmî ise Anadolulu demektir. Mevlânâ’nın Rûmî diye tanınması, hem geçmiş yüzyıllarda Anadolu’nun Diyâr-ı Rûm olarak anılması hem de Hz. Pîr’in ömrünün büyük kısmını Anadolu topraklarında yer alan Konya’da geçirmesinden kaynaklanır.

Hz. Mevlânâ, Mesnevî şerhlerinde Mevlânâ Hüdâvendigâr diye anılırken, bazı eserlerde de Mevlevî diye de yâd edilir. Hazret-i Mevlânâ ve Hazret-i Pir saygı hitabları, Mevlevî çevrelerinde ve Anadolu'da daha çok tercih edilir. Bugün İran ve Pakistan'da Mevlevî, Batı'da Rûmî lakapları, onu anmak için öncelikle kullanılır. Hz. Mevlânâ ise şiirlerin de Şems-i Tebrîzî mahlasını kullanırken nâdiren de Hâmuş kelimesini kullanır.

Asil bir âileye mensub olan Mevlânâ’nın annesi Belh Emîri Rükneddin'in kızı Mümine Hâtun, babaannesi ise Doğu Türk Hakanlığı olan Harezmşahlar hânedânından Türk prensesi, Melike-i Cihan Emetullah Sultan'dır. Babası, “Sultânü’l-ulemâ” yani “Âlimlerin Sultânı” unvânı ile tanınmış, Muhammed Bahâeddin Veled’dir. Mevlâna’nın babası Sultânü’l-ulemâ Bahâeddin Veled'in nesebi, anne cihetiyle on dördüncü göbekte Hazret-i Muhammed'in torunu Hazret-i Hüseyin'e, baba cihetiyle de onuncu göbekte Hazret-i Muhammed'in seçilmiş dostlarından Hazret-i Ebû Bekir Sıddık'a ulaşmaktadır.

Sultânü’l-ulemâ Hazretleri bazı siyâsî olaylar ve yaklaşmakta olan Moğol istîlâsı sebebiyle 1212 veya 1213 yıllarında âile fertleri ve yakın dostları ile Belh'ten hicret etmek zorunda kalır. Hz. Mevlânâ’yı daha iyi anlamak için önce babası Sultânü’l-ulemâ Hazretlerini tanımak gerekir…

Bahâeddin Veled, 1150'de Belh'de doğar, babası ve dedesinin mânevî terbiyesinde yetişir. Bizzat Necmeddîn-i Kübrâ Hazretlerinin rahle-i tedrîsinden geçer. Sultânü’l-ulemâ Bahaeddin Veled Hazretleri, Kübrevîdir. Hz. Mevlânâ da ilim ve terbiyesini Kübrevî tarîkatı usûlünce alır.

Sultânü’l-ulemâ bütün ilimlerde eşi olmayan, olgun bir mânâ sultânıdır. İlâhî hakîkatler ve Rabbânî ilimlerden meydana gelen uçsuz bucaksız bir ilmî deryâ olan Sultânü’l-ulemâ Bahâeddin Veled, Horasan diyârının en güç fetvâları halletmede tek üstâdıdır. Vakıftan hiç bir şey almayan, devlet hazînesinden kendisine tahsis edilen maaşla geçinen bir âlimdir.

Kaynakların ittifakla rivâyetine göre, devrinin âlimleri ve ulu müftüleri, Hazret-i Muhammed'in mânevî işâretiyle, Bahâeddin Veled'e Sultânü’l-ulemâ unvânını verir. Bundan sonra da Bahâeddin Veled bu unvanla yâd edilir.

Sultânü’l-ulemâ, âdeti üzere, sabah namazından sonra halka ders okutur, öğle namazından sonra dostlarına sohbette bulunur; pazartesi günleri de bütün halka vaaz eder. O dönemde bazı bozuk felsefî görüşlere karşı durur ve çekinmeden o görüşleri tenkid eder. Bir vaazı esnâsında umûmiyetle, dönemin en etkin Yunan filozoflarının fikirlerini benimseyenlerin görüşlerini reddeder ve "Muhammed Mustafa'nın yürüyüşünden daha iyi yürüyüş; yolundan daha doğru bir yol görmedim" nasîhatini tekrarlar. Hz. Mevlânâ’nın ilk hocası Sultânü’l-ulemâ Hazretleri oğlunu işte bu temel esaslar üzerine yetiştirir.

O yıllar siyâsî karışıklılığın artması üzerine Sultânü’l-ulemâ, âile fertleri ve dostlarıyla Belh şehrini 1212 veya 1213 târihlerinde terk ederek Hacc’a gitmeye niyet eder. Sultânü'I-Ulemâ’nın ilk durağı Nişabur’dur. Bu şehirde tanınmış mutasavvıf Feridüddîn-i Attâr ile karşılaşırlar. Mevlânâ burada küçük yaşına rağmen Feridüddîn-i Attâr'ın ilgisini çeker ve onun takdîrine mazhar olur. Sohbet esnâsında Şeyh Attâr, Mevlânâ’nın alnındaki kemâli görür; ona Esrârnâme adlı eserini hediye eder ve babasına da, "Çok geçmeyecek ki, bu senin oğlun âlemin yüreği yanıklarının yüreklerine ateşler salacaktır”der. Hz. Mevlânâ bu Esrârnâme’yi elinden hiç düşürmez. Bu karşılaşmadan sonra da Hz. Mevlânâ yaşadığı sürece Feridüddîn-i Attâr Hazretlerinden büyük aşk ve muhabbetle bahsederek Dîvân-ı Kebir isimli eserinde bu sevgiyi şöyle ifâde eder:

“Attâr rûh idi. Senâyî de onun iki gözü. Biz hakîkat meydanına Senâyî ve Attâr’dan sonra geldik. Onları izledik…”

Göç kervânıyla Bağdat'a yaklaştığında, kendisine hangi kavimden olduklarını ve nereden gelip nereye gittiklerini soran muhafızlara Sultânü’l-ulemâ Şeyh Bahâeddin Veled şu mânidâr cevâbı verir:

-Allah’tan geldik, Allah'a gidiyoruz. Allah’tan başka kimsede kuvvet ve kudret yoktur.

Bu söz, Şeyh Şehâbeddîn-i Sühreverdî’ye ulaştığında: "Bu sözü Belhli Bahâeddin Veled'den başkası söyleyemez" der ve büyük bir muhabbetle onu karşılamaya koşar. Şeyh Sühreverdî, katırından inip nezâketle Sultânü’l-ulemâ’nın dizini öper, gönülden hürmetlerini sunar. Bahâeddin Veled, Bağdat'ta üç günden fazla kalmaz ve Kûfe yolundan Kâbe’ye hareket eder. Hac farîzasını yerine getirdikten sonra da dönüşte Şam'a uğrar. Burada Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbnü'l-Arabî Hazretleri ile görüşür. Şeyh-i Ekber, Sultânü’l-ulemâ'nın arkasında yürüyen Mevlânâ'ya bakarak: "Sübhânallah! Bir okyanus bir denizin arkasında gidiyor!" diyerek Hz. Mevlânâ’ya teveccühte bulunur.

Yorucu ve uzun göç boyunca uğradıkları her yerde Hz. Mevlânâ’nın babası Sultânü’l-ulemâ Hazretleri yüksek ilgi, saygı ve yakınlık görür. Konakladığı şehirlerde kalması için önüne nice dünyâ nîmetleri dökülür. Ama Sultânü’l-ulemâ minnet altında yaşamak istemez. Hz. Mevlânâ da böylece iktidar ve ilmiye sınıfından devrin ileri gelen pek çok şahsiyeti ile tanışma fırsatı bulur. Sultânü’l-ulemâ’ya ilgi öylesine büyüktür ki, konaklanan her şehirde sultanlar kendisini ağırlamak için araya hatırı sayılır kişileri elçi olarak koyar. Fakat o gönül sultânı, büyük âlim her zaman bir medresede konaklamayı tercih eder. Şam'dan sonra Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri, Niğde yolu ile Lârende'ye yani Karaman’a gelirler. Karaman'da Subaşı Emîr Mûsâ’nın yaptırdığı medreseye yerleşirler.

Hz. Mevlânâ’nın tahsili göç boyu devam eder. Erzincan'da iken, Sühreverdiyye'den Evhadüddin Kirmânî ve Necmüddin Kübrâ'nın halîfelerinden Sâdüddin Hamevî ile görüşülür. Mevlânâ bu sûretle, babasının nezâreti altında ve onun izini tâkip ederek hakîki ve fikrî bir seyahat âlemi yaşar. Göç boyunca İslâm medeniyetinin o zamanki en canlı fikir merkezlerini gezerek şahsiyetini kazanır.

1222 yılında Karaman'a gelen Sultânü’l-ulemâ ve âilesi burada tam 7 yıl kalır. Karaman'da bulundukları 1225 târihinde Mevlânâ, babasının tavsiyesi ile îtibarlı, asil bir zat olan Semerkandlı Hoca Şerâfeddin Lala’nın, huyu güzel, yüzü güzel kızı Gevher Bânu ile evlenir. Kısa bir müddet sonra annesi Mümine Hâtun Hakk’a yürür. Ardından da çok sevdiği ağabeyi Alâeddin Muhammed Hakk’a yürür. Bir süre geçince de kayınvâlidesi vefat eder. Âileyi kedere boğan bu üzücü olayların ardından Mevlânâ'nın iki oğlu olur. İlk oğluna Sultan Veled babasının, ikinci oğluna da Alâeddin Çelebi ağabeyinin ismini verir.

Yıllar sonra çok sevdiği Gevher Hâtun'u kaybeden Mevlânâ zaman sonra bir çocuklu dul bir hanım olan Kerrâ Hâtun ile ikinci evliliğini yapar. Mevlânâ’nın bu evlilikten de Muzaffereddin Emîr Âlim Çelebi ve Melike Hâtun isimli iki çocuğu dünyâya gelir. Karaman’da âile birçok ferdini Hakk’a teslim eder.

Bu yıllarda Anadolu’nun büyük bir kısmı Selçuklu Devleti'nin egemenliği altındadır. Konya da bu devletin başkentidir. Konya o dönem sanat eserleri ile donatılmış, ilim adamları ve sanatkârlarla dolup taşmıştır. Selçuklu Devleti’nin en parlak devrini yaşadığı bu dönemde devletin hükümdârı Alâeddin Keykubâd’dır. Alâeddin Keykubâd Sultânü'I-ulemâ Bahaeddin Veled'i ısrarla Karaman'dan Konya'ya dâvet eder ve Konya'ya yerleşmesini ister.

Sultânü'l-ulemâ, Sultan Alâeddin Keykubâd’ın dâvetini kabul eder. Karamanlılar bu mübârek âileyi gözyaşları içinde 3 Mayıs 1228 yılında Konya’ya uğurlar. Sultan Alâeddin kendilerini muhteşem bir törenle karşılar ve Altunapa yani İplikçi Medresesi'ni de âilenin ikâmetine tahsis eder. Âile böylece ebedî olarak kalacakları Konya’ya yerleşir. Sultânü'l-ulemâ Bahaeddin Veled Konya’da da büyük saygı ve hürmet görür.

Sultânü'l-ulemâ Konya'yı şereflendirip yerleştikten kısa bir süre sonra, son derece samîmî bir dindar olan Sultan Alâaddin Keykûbad, sarayında Sultânü'l-ulemâ’nın şerefine büyük bir toplantı tertip eder ve bütün ileri gelenleriyle birlikte onun mânevî terbiyesi altına girer. Bu dâvet sırasında Keykûbad tahtını Sultânü'l-ulemâ’ya hediye etmek ister. Lakin Sultânü'l-ulemâ’nın iltifat dolu şu sözleriyle karşılaşır:

-Ey melek huylu mülk sâhibi hükümdar! Sen dünyâ ve âhiret mülkünü kendine mal ettin, bundan kimsenin şüphesi yok. Sen tahtında rahatça otur, biz dünyâ malına gözlerimizi çoktan kapamışız. Şimdi Allah’a kulluk ediyor, O’nun emirlerini yerine getirmeye çalışıyoruz.

Sultânü'l-ulemâ’ya gönülden bağlı olan Sultan Alâaddin ise onu hayranlıkla şöyle över,

"Heybetinden gönlüm tir tir titriyor, yüzüne bakmaktan korkuyorum.

Bu eri gördükçe, gerçekliğim, dînim artıyor.

Bu âlem, benden korkup titrerken ben, bu adamdan korkuyorum.

Yâ Rabbi, bu ne hâl?

İyice inandım ki o, cihanda nâdir bulunan ve eşi benzeri olmayan bir Allah dostudur."

Selçuklu Sultânı, Konya Kalesi’nin doğusundaki sarayın gül bahçesini Sultânü'l-ulemâ’ya tahsis eder. Bir gün Sultânü'l-ulemâ buradaki küçük bir tepeyi işâret ederek,

“Benim ve torunlarımın mezarları burada olacaktır. Bundan sonra burası can ve gönül bahçesi, erenler makâmıdır.” der. Nitekim dediği gibi olur ve Sultânü’l-ulemâ Hazretleri vefâtından sonra buraya defnedilir.

Ana yurdu Belh’ten hicret etmek zorunda kalan eşsiz Allah dostu Sultânü'l-ulemâ Hazretleri Konya’ya yerleştikten 3 yıl sonra, 24 Şubat 1231 yılında Cuma günü kuşluk vaktinde Hakk’a yürür. Mezar yeri olarak işâret ettiği Selçuklu sarayının gül bahçesi seçilir. Cenâzesi öylesine kalabalıktır ki, sokaklar ağlayan, nidâ eden sevenleriyle dolar taşar. Sultan Keykûbad bu acı kayıp karşısında üzüntüsünden bir hafta tahta oturamaz. Selçuklu Sarayı’nda 40 gün mâtem tutulur, sultan ve emirler kırk gün ata binmez. Sultânü'l-ulemâ Hazretleri geriye Muhammed Celâleddin gibi bir hayırlı evlât ile Maârif gibi bir eser bırakır.

Hz. Mevlânâ babasının kaybından sonra büyük üzüntü yaşar. Sâdece biricik babasını değil ilk mürşidini de kaybetmenin acısıyla derinden sarsılır. Zîra, Sultânü'l-ulemâ Bahâeddin Veled, Mevlânâ’ya Allah yolunu öğretip, tasavvuf usûlünce hakîkatleri ve sırları gösteren biricik hocasıdır.

Sultanü'l-ulemâ, elinde onca imkân varken şöhret peşinde koşmak yerine birbirinden değerli dervişler yetiştirir. Sultânü'l-ulemâ Hazretlerinin geride bıraktığı eseri Maârif,Sultânü'l-ulemâ Bahâeddin Veled'in meclislerinde anlattıkları vaaz ve nasîhatlerin bizzat kendisi tarafından yazılarak bir araya getirilmesiyle meydana gelmiş tasavvufî ve ahlâkî bir eserdir. Konusu, muhtevâsı ve üslûbu ile birinci derecede tasavvufî bir eser olan Maârif, hem kitabın kendi açısından hem de Mevlânâ üzerindeki tesiri bakımından büyük bir önem taşır.

Sultânü'l-ulemâ Hakk’a yürüdüğü sırada Hz. Mevlânâ yirmi dört yaşındadır. Babasının Hakk’a yürümesiyle Hz. Mevlânâ’nın omzuna büyük yükümlülükler biner. Hz. Pir, babasının vasiyeti, dostlarının ve bütün halkın yalvarmaları ile babasının makâmına geçer.

Hz. Mevlânâ babasından sonra, bir yıl mürşidsiz kalır. İçinde büyük bir boşluk hisseden Mevlânâ'nın yardımına, babasının önde gelen müridlerinden Seyyid Burhâneddin Muhakkik-ı Tirmizî yetişir. Mevlânâ onun mânevî terbiyesi altına girer. Kübrevî tarîkatına mensub olan Seyyid Burhâneddin, babasından sonra Mevlânâ'ya mürşidlik yapar. Onun ilmî ve tasavvufî yönden yetişmesinde babasından sonra önemli rol oynayan ilk kişidir.

Seyyid Burhâneddin, mertebesi çok yüksek, kâmil bir mürşiddir. Maârif adlı eseri ise irfânının delîli gibidir. Kendisine, dâima kalplerde bulunan sırları bilmesinden dolayı “Seyyid Sırdan” da denmiştir. Seyyid Burhâneddin tâ çocukluk yıllarında bir lala gibi omuzlarında taşıyıp dolaştırdığı Mevlânâ'ya der ki:

"Bilginde eşin yok, seçkinsin. Ama baban hal sâhibiydi, sen de onu ara, sözden geç. Onun sözlerini iki elinle kavramışsın fakat benim gibi onun hâliyle de sarhoş ol. Böylece de ona tam mîrasçı kesil, cihâna ışık saçmada güneşe benze. Sen zâhiren babanın mîrasçısısın, ama özü ben almışım, bu dosta bak, bana uy."

Hz. Mevlânâ babasının halîfesinden bu sözleri duyunca samîmiyetle onun terbiyesine tam teslimiyet gösterir. Babası ve hocası gibi Kübrevî tarîkatının evrad ve tesbihine devam eder. Hz. Mevlânâ candan, samîmiyetle, Seyyid Burhâneddin'i babasının yerine koyar ve gerçek bir mürşid bilerek tam dokuz yıl gönülden ona hizmet eder. Bu zaman zarfında, o kâmil mürşidin kılavuzluğu ile nefsi yenmek için gayret sarf eder ve riyâzetle meşgul olur. O kâmil ârifin feyizli sohbet ve nefesleriyle pişer, olgunlaşır ve baştan ayağa nur olur. Kendinden kurtularak mânâ sultânı olur. Nitekim Mesnevî'sindeki şu iki beyit, piştiğinin, kâmil insan mertebesine ulaştığının ifâdesidir:

"Piş, ol da bozulmaktan kurtul... Yürü, Burhân-ı Muhakkik gibi nûr ol.

Kendinden kurtuldun mu, tamâmıyla Burhan olursun. Kul olup yok oldun mu, sultan kesilirsin."

Hz. Mevlânâ, mürşidinin isteği üzerine, ilim tahsil etmek üzere önce Halep Haleviyye Medresesi'ne, sonra da Şam Makdemiyye Medresesi'ne gider. Burada iki yıl Halep'te, dört yıl Şam'da, devrin ileri gelen hocalarından ilim, bilhassa tefsir, hadis ve fıkıh öğrenir. Bu sıralarda Şam'da ikâmet etmekte olan Muhyiddin İbnü’l-Arabî ve Sadreddin Konevî ile de görüşür.

Eflâkî'ye göre Hz. Mevlânâ, Şam'da Şemseddîn-i Tebrîzî ile de görüşmüştür; fakat bu görüşme kısa sürmüş ve şöyle cereyan etmiştir. Şemseddîn-i Tebrîzî, bir gün halkın arasında, Hz. Mevlânâ’nın elini yakalayıp öper ve "Dünyânın sarrafı beni anla!" diye hitab eder ve kaybolur. İşte bu sohbet veya bir anlık görüşme târihinden takriben sekiz sene sonra Şems, Konya'ya gelerek Hz. Mevlânâ ile hemdem olacaktır.

Yedi yıl süren Halep ve Şam seyahatinden sonra Konya'ya dönen Mevlânâ, Seyyid Burhâneddin'in arzusu üzerine birbiri arkasına, üç çile çıkarır. Yani üç defa kırkar gün az yemek, az içmek, az uyumak ve vaktinin tamamını ibâdetle geçirmek sûretiyle nefsini arıtır. Üçüncü çilenin sonunda Seyyid Burhâneddin, Hz. Mevlanâ Celâleddîn-i’i kucaklayarak, takdir ve tebrikle:

"Bütün ilimlerde eşi benzeri olmayan bir insan; nebîlerin ve velîlerin parmakla gösterdiği bir kişi olmuşsun... Bismillah de yürü, insanların rûhunu taze bir hayat ve ölçülemeyecek bir rahmete boğ. Bu sûret âleminin ölülerini kendi mânâ ve aşkınla dirilt" der ve onu irşad ile görevlendirir.

Hazreti Mevlânâ, bu nasîhatle berâber şeyhini Kayseri’den Konya'ya getirir. Sipehsalar'a göre Seyyid, Mevlânâ’dan Kayseri'ye gitmek üzere müsaade istediği halde Mevlânâ şeyhinden ayrılmak istemez. Burhâneddin Tirmizî, Hazreti Mevlânâ’nın isteğine uymayarak Kayseri'ye gitmek üzere yola koyulur, lâkin yolda atının ayağı kayar. Seyyid attan düşerek ayağı incitir. Dönüp Konya'ya gelerek, Mevlânâ’ya neden yolunu bağladığını, gitmesine müsaade etmediğini sorar. Bu soruya karşılık Mevlânâ, "Şeyhim, neden bizi bırakıp gitmek istiyorsun?" der. Seyyid Burhâneddin, gönlü yanık Mevlânâ’ya: "Konya'da güçlü bir aslan peydâ oldu. Ben de bir aslanım. Aynı şehirde iki aslan bir arada olamaz. Biz artık birbirimizle geçinemeyiz. Ben bu yüzden gitmek istiyorum." der. Bunun üzerine Hz. Mevlânâ, Seyyid Burhâneddin Tirmizî Hazretlerinin ellerini öptükten sonra onu, bir kaç müridi ile birlikte Kayseri'ye uğurlar.

Kayseri’ye dönüşünden kısa bir süre sonra da Seyyid Burhâneddin Tirmizî Hazretleri 1241 yılında Hakk’a yürür. Hz. Mevlânâ şeyhinin vefat haberini alınca, büyük bir kedere kapılır, hemen Kayseri'ye hareket eder. Kayseri'ye gelince doğru Seyyid'in kabri başına gider. Orada saatlerce niyazda bulunur. Mevlânâ hocasının kitapları ile birlikte üzgün, içi yaralı olarak Konya'ya döner. Bu kitaplar arasında Seyyid Burhâneddin’in Makâlât adlı meşhur eseri de vardır.

Hz. Mevlânâ Celâleddin, Seyyid Burhâneddin'i kaybetmenin acısını gönlüne gömer ve şeyhinin vasiyetine uyarak irşad ve tedris makâmına geçer. Babasının ve dedelerinin usûllerine uyarak bu vazîfeyi başarı ile sürdürür.

Tam bu sıralarda Hz. Mevlânâ'nın hayâtında bir değişiklik zuhûr eder; Konya'ya Şems-i Tebrîzî isimli biri gelir. Bu zâtın adı, Şemseddin Muhammed bin Ali’dir. 1186 yılında doğan Tebrizli Melekdâd Ali'nin oğlu olan Şems, tahsilini bitirdikten sonra, zamânının yegâne şeyhi olarak gördüğü Tebrizli Şeyh Ebû Bekir Sellebâf'a intisab ederek onun terbiye ve irşâdıyla yetişip olgunlaşır.

Şems-i Tebrîzî, ulaştığı mânevî makâma kanaat etmediğinden daha olgun mürşidler bulmak arzusuyla seyahate çıkar. Senelerce tâkâti tükenircesine birçok yer dolaşır. Zamânın ârifleriyle görüşür. Bu ârifler, mânâ âlemindeki uçuşundan kinâye olarak Şems Hazretlerine, “Şems-i Perende” yani “Uçan Güneş” adını verir.

Şems-i Tebrîzi, çocukluğundan îtibâren kendinden geçercesine ilâhî aşka dalarak yaşayan, fikren ve rûhen hür bir derviştir. Kendisini rûhen tatmin edecek seviyede bir Hak dostu bulamayıp hep kendi mertebesinde bir sohbet arkadaşı arayan bir kâmil velîdir.

Yana yakıla, kendisine muhatap olabilecek, sohbetine dayanabilecek bir dost arayan Hz. Şems, bir gece heyecan içinde, Allah'ın tecellilerine gömülüp mest olmuş bir halde Allah’a:

"Ey Allah'ım, kendi, örtülü olan sevgililerinden birini bana göstermeni istiyorum." diye yalvarır.

Allah tarafından, istediğinin, Anadolu ülkesinde bulunan, Belh'li Sultânü'l-ulemâ’nın oğlu Muhammed Celâleddîn olduğu ilham edilir. Bu ilham ile Şems, 29 Kasım 1244 yılı Cumartesi sabahı Konya'ya gelir. Pirinççiler Hanı’na inerek bir oda kiralar. Halkın kendisini zengin bir tüccar sanması için de odasının kapısına 3 dinar değerinde bir kilit asar. Eski bir hasır, kırık bir desti ve yastık yerine kullandığı çamurdan yapılmış bir kerpiçten başka bir şeyi yoktur.

Hz. Mevlânâ önce babasını Sultânü’l-ulemâ’yı ardından biricik efendisi Seyyid Burhâneddin’den ayrı düşünce gönlünde târifsiz sıkıntılar hâsıl olur. Herkes O’nu derin bir saygı ve aşkla severken O, sevdiğini aramaktadır.

Şems-i Tebrîzî Hazretleri Konya’ya geldiğinde Hz Mevlânâ hayâtının ilk döneminde mânâ bilimleri açılmadan evvel ilim, ahlâk, İslâmî ibâdetlere saygı zarâfeti bakımından zaten dört dörtlüktü. İbâdeti, ahlâkı, ilmi olan insan yüce bir insandı. Belki de Allah’ın asıl görmek istediği şey, Hz Mevlânâ’nın mânâ sahnesindeki patlamasıydı. Bu mânâ sahnesine adım atabilmesi, velâyetin başlayabilmesi o güzel beyitlerin gönlünden dökülmesi, yüzyıllarca dilerden gönüllere aşk olabilmesi için bir nokta vardı, o noktanın açılması lâzımdı.

Aşk yoluna baş koyan bu iki âşığın buluşması murad edilmişti. Zîra Hz Şems’in hocası, yetiştirdiği her biri birbirinden mükemmel talebesi olan müridlerine “Diyâr-ı Rûm’da Celâleddin isminde bir zâtın irşad edilmesi murad edildi. “Hanginiz tâlipsiniz?” dedi… Hz. Şems sağ elini kalbinin üzerine koyarak, boynunu sola doğru eğip sustu, tâlibim kelimesini bile söylemedi. Hocası, “Sen anladın, bu işin sonunda başını vermek var” dedi.

Hz. Şems bunu bilerek koyuldu bu yola. Yolun Hak ve hakîkat yolu olduğundan şüphe etmediğinden baş kesti ve düştü bu yola. Ve nihâyet, Hz. Mevlâna ve Şems-i Tebrîzî, bu iki nur, bu iki ruh buluştu Konya’da.

Bu târihte Hz. Şems altmış, Hz. Mevlânâ, otuz sekiz yaşındadır. Artık beklenen zaman gelir. Başka bir ifâde ile yanmak üzere hazırlanmış aşk çırası, Şems'in ateşiyle buluşur. Konya'daki bu ilk karşılaşmaları kalabalığın arasında olur. Hz. Mevlânâ etrafı sevenleri tarafından sarılmış bir halde dolaşırken ansızın çıkıverir Tebrizli Şems ve sanki yıllardır birbirlerini tanıyormuşçasına aralarındaki şu meşhur diyalog geçer:

Şems-i Tebrîzî sorar: Hz Muhammed mi büyüktür Bayezid-i Bestamî mi?

Mevlânâ cevap verir: Elbette Muhammed (a.s.) bütün enbiyâ ve evliyânın büyüğüdür.

Tebrizli Şems yine sorar: Peki ama Hz Muhammed: "Yarabbi seni tenzih ederim. Biz seni gereğince bilemedik. Sana günde yetmiş kere istiğfar ederim" buyurduğu halde Bayezid: "Kendimi noksan sıfatlardan arıtırım. Makâmım ne kadar yüce ki cübbemin içinde Allah'tan gayrı varlık yok" demektedir buna ne buyrulur?

Mevlânâ cevap verir; Bu tabiidir. Çünkü Allah'ın mahbûbu Muhammed (a.s.) günde yetmiş makam aşıyor ve ulaştığı her makamda önceki bilgisinden istiğfar ediyor. "Ey bizim idrâkimizden üstün olan Allah, biz Seni gereğince bilemedik" diyordu. Bayezid ise bir makam aştı, bir tecelli ile kendinden geçti. Daha fazlasına eremediği için taştı ve öyle yerli yersiz söylendi.

Bu konuşmadan sonra Hz. Mevlânâ ve Cenâb-ı Şems birbirlerine sarılır. Hz. Mevlânâ’nın vaazlarını dikkatle tâkip eden sevenleri, Konya sokaklarında yaşanan bu konuşma ve buluşmayı hayretle müşâhede eder. Emîr Hüsrev Dehlevî Hazretlerinin şu beyiti sanki bu iki Hak âşığının durumlarını tasvir eder:

Ben sen oldum, sen ben oldun. Ben ten oldum, sen can oldun.

Artık bundan sonra, kimse ben ayrıyım, sen ayrısın diyemez.

Bu iki ilâhî âşık, buluştuktan sonra gözleri hakîkat başkasını görmez. Zîra hakîkat olan Hak aşkına teslim olurlar. Bu halk tarafından kendinden geçme sanılır. Zîra Hz. Mevlânâ Tebrizli Şems geldiğinden beri gözlerden ırak düşer. Bir müddet berâberce bir köşeye çekilerek kendilerini tamâmıyla Hakk'a verir ve gönüllerine gelen ilâhî ilhamlarla sohbetlere koyulurlar. Ama Hz. Mevlânâ’nın sevenleri ve talebeleri artık onsuzluğa dayanamaz. Dedikodular başlar. Önceleri mübârek eşi Kerra Hâtun da bu durumdan hoşlanmaz. Çünkü artık kimseler Mevlânâ’yı göremez, sesini duyamaz olmuştur. Şems-i Tebrîzî’deki hakîkat, aşk ve îmânı Pir Mevlânâ’dan başka henüz gören yoktur.

Hz. Şems ile buluşan Mevlânâ, artık vaktini Şems'in sohbetine hasreder. Şems-i Tebrîzî'nin nurlarına gömülüp giderek bambaşka bir âleme girer. İlâhî aşkla kendilerinden geçercesine semâ ederler. Bu iki ilâhî dostun sohbetlerindeki mukaddes sırrı idrakten âciz olanlar, ileri geri konuşmaya başlar. Dedikodular o kadar artar ki, Hz Şems, incinir ve Hz. Mevlâna’nın yalvarmalarına rağmen, 1246 da Konya'dan Şam'a gider.

Hz Şems'in ayrılığı derin bir ızdırâba düşürür Hz. Mevlâna’yı. Oğlu Sultan Veled Hazretleri babasının bu derin ızdırâbının en yakın tanığı olur. Yana yakıla dostunu arayan Celâleddîn-i Rûmî manzum olarak yazdığı güzel bir mektubu, Sultan Veled Hazretleriyle Şam'a, Hz. Şems'e gönderir. Sultan Veled, kâfilesiyle Şam'a varır ve Tebrizli Şems'i bularak babasının dâvet mektûbunu, hediyelerle birlikte, saygıyla Şems'e sunar. Gönülleri yaşartan bu mektupta Hz. Mevlânâ Celâleddin Rûmî ayrılık acısıyla şöyle seslenir Tebrizli Şems’e;

Ey gönlümün nûru gel,

Ey uğraşmalarımın isteklerimin gâyesi gel!

Hayâtımızın senin elinde olduğunu biliyorsun.

Tatlı olan hayâtı, zorlaştırma.

Kullarına sıkıntı çektirme, gel!

Ey âşık, ey mâşuk, engelleri aş, inâdı bırak da gel!

Ey dünyânın zarif kişisi sana selamlar ederim.

Şunu iyi bil, benim hastalığım da sağlığım da senin elindedir.

Eğer bedenimle senin yanında değilsem

Sana hizmet edemiyorsam da, şu bir gerçektir ki,

Rûhum ve gönlüm senin yanındadır…

Dostuna aynı hasretle bağrı yanık olan Hz. Şems ise bu yakarışa; “Muhammedî tavırlı ve ahlâklı Mevlânâ'nın arzusu kâfidir. O’nun sözünden ve işâretinden nasıl çıkılabilir?” diyerek, biricik dostu Hz. Mevlânâ’nın dâvetine icâbet eder ve bir yıl sonra 1247'de, Sultan Veled'in kâfilesiyle, Konya'ya döner.

Hz. Şems'in Konya'ya geri gelmesine herkes sevinir. Hz. Mevlânâ da hasretin sıkıntılarından kurtulur. Artık Tebrizli Şems'in şerefine ziyâfetler verilir. Nihâyet Hz. Mevlânâ’nın yüzü onca zamandan sonra ilk kez güler. Semâ meclisleri tertip edilir.

Bu sırada Hz. Mevlânâ’nın evlâtlığı ve talebesi Kimyâ Hâtun ile Şems-i Tebrîzî evlenir. Bir süre ses soluk çıkmaz kimseden. Fakat huzur ve muhabbetle geçen günler pek uzun sürmez, dedikodular ve can sıkıcı durumlar yeniden başlar. Bu dedikodular can sıkmıyormuş gibi bir de Kimyâ Hâtun hastalanır. Evlenmelerinin üzerinden kısa bir zaman sonra gencecik yaşında Hakk’a yürür Kimyâ Hâtun. Bir taraftan dedikodular bir taraftan da eşinin vefâtı çok sarsar Hz. Şems’i. Artık dayanacak hâli kalmamıştır besbelli.

Hz. Şems, o bahtsız dedikoducu topluluğun yine kinle dolduğunu, gönüllerinden sevginin uçup gittiğini, akıllarının nefislerine esir olduğunu anlar ve kendisini ortadan kaldırmaya uğraştıklarını bilir. Bir gün kendisine sonsuz hürmet gösteren Hz. Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled'e der ki;

"Gördün ya, azgınlıkta yine birleştiler. Doğru yolu göstermekte, bilginlikte eşi olmayan Mevlânâ’nın huzurundan beni ayırmak, uzaklaştırmak, sonra da sevinmek istiyorlar. Bu sefer öylesine bir gideceğim ki, hiç kimse benim nerde olduğumu bilemeyecek. Aramaktan herkes acze düşecek, kimse benden bir nişan bile bulamayacak. Böylece birçok yıllar geçecek de yine kimse izimin tozunu bile göremeyecek."

Hz. Mevlânâ’nın nice gözyaşı ve dil dökmeleriyle gelen Hz. Şems, Sultan Veled'e böyle yakınır. Şems-i Tebrîzî 1247 senesinde yine Konya'dan ansızın kaybolur. Hz. Mevlânâ büyük acıya düşer. Yanıp kavrulmaktadır. Ayrılık acısı öylesine çöreklenmiştir ki, gönlü hiçbir yere sığamaz olmuştur.

Hz. Şems’in kayboluşuna dâir iki rivâyet vardır. Birisi ansızın gidişi, diğeri ise Hz. Mevlânâ’yı kıskananlar tarafından şehit edildiğidir. Hz. Mevlânâ’nın dostunu diyar diyar araması göz önüne alındığında kuvvetli olan Hz. Şems’in ortadan kaybolmasıdır.

Hz. Şems'in kayboluşundan sonra Hz. Mevlânâ, herkesten onun haberini sorar. Yaralı bir kuş gibi oradan oraya savrulur durur. Kim onun hakkında aslı esâsı olmayan bir haber bile verse ve “Şems'i falan yerde gördüm” dese, bu müjde için sarığını ve hırkasını vererek şükranda bulunur. Hatta bir gün, bir adam, Hz. Şems'i Şam'da gördüm diye haber verir. Hz. Mevlânâ buna, târif edilemeyecek şekilde sevinir ve o adama, üstünde nesi var nesi yoksa varsa bağışlar. Dostlarından biri, “Bu adamın verdiği haber yalandır, o Şems'i hiç görmemiştir,” dediğinde Hz. Mevlânâ şu cevabı verir, "Evet, onun verdiği bu yalan haber için üstümde neyim varsa verdim. Eğer, doğru haber verseydi, canımı verirdim.” der.

Hz. Mevlânâ’nın hâlini görenler çok pişmandır. Herkes yapıp ettiğinden tövbeye koyulur ama kimse Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin gönlüne şifâ olamaz. Hz. Mevlânâ kendini öyle yalnız ve bîçâre hisseder ki, bağrı yanık gönlünden şu mısralar dökülür:

Duydum ki bizi bırakmaya azmediyorsun etme

Başka bir yâr, başka bir dosta meylediyorsun etme

Sen yad eller dünyâsında ne arıyorsun yabancı

Hangi hasta gönüllüyü kastediyorsun etme

Çalma bizi bizden bizi gitme o ellere doğru

Çalınmış başkalarına nazar ediyorsun etme

Ey ay felek harap olmuş alt üst olmuş senin için

Bizi öyle harap öyle alt üst ediyorsun etme

Ey makâmı var ve yokun üzerinde olan kişi

Sen varlık sahasını öyle terk ediyorsun etme

Sen yüz çevirecek olsan ay kapkara olur gamdan

Ayın da evini yıkmayı kastediyorsun etme

Bizim dudağımız kurur sen kuruyacak olsan

Gözlerimizi öyle yaş dolu ediyorsun etme

Âşıklarla başa çıkacak gücün yoksa eğer

Aşka öyleyse ne diye hayret ediyorsun etme

Ey cennetin cehennemin elinde olduğu kişi

Bize cenneti öyle cehennem ediyorsun etme

Şekerliğinin içinde zehir zarar vermez bize

O zehri o şekerle sen bir ediyorsun etme

Bizi sevindiriyorsun huzûrumuz kaçar öyle

Huzûrumu bozuyorsun sen mahvediyorsun etme

Harâma bulaşan gözüm güzelliğinin hırsızı

Ey hırsızlığa da değen hırsızlık ediyorsun etme

İsyan et ey arkadaşım söz söyleyecek an değil

Aşkın baygınlığıyla ne meşk ediyorsun etme

Hz. Mevlânâ gönlünden kalemine akan bu ayrılık acısı ve yakarışla kendini dostu bulmaya, aramaya bırakır. Diyar diyar gezerek Tebrizli Şems’i bulmaya kararlıdır. Belki de dostu ilk karşılaştıkları yer olan Şam’dadır. Hz. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Hak âşığı dostunu bulmakta ümitlidir.

Belki de Hz. Pir için hamken, pişme, pişip yanma zamânı gelmiştir.

“Ey benim canım!

Ey benim ay yüzlü sevgilim

Senden belâ bana candan tatlıdır

Bu yüzden ben tatlı cânı bıraktım

Varsın senin için yansın, yakılsın

Ey gönül yâri!

Yazıklar olsun, birçok dertlerle, hasretlerle bizi bıraktın gittin.

Biliyorum, bizden ayrılmayı istemedin, sızlandın, şikâyetler ettin.

Ama faydası olmadı

İnsaf etmeyen, aman vermeyen hükme, emre uydun geçtin gittin.

Her tarafa koştun, yanımızda kalmak için çÂreler aradın, bahâneler düşündün.

Fakat bir çâre bulamadın, çâresiz bir halde gittin.

Güllerle dolu olan kucağın, ay gibi nurlu yüzün ne oldu?

Nasıl oldu da hor ve hakir bir halde yeraltına gittin?

Dostların meclisinden ayrıldın, seninle düşüp kalkanların arasından çıktın da, toprak altına, karıncalarla, yılanlar arasına gittin.

O nükteli sözler, o güzel konuşmalara ne oldu? O ilâhî sırlara âşinâ olan akıl ne oldu? O elimizden tutan mübârek eller ne oldu? Meram bağlarına, o gül bahçelerine giden ayaklar ne oldu?

Nâzik idin, latif idin, insanların gönüllerini kazanmasını, insanları sevmesini bilirdin.

Şimdi tuttun, insanları sevmeyen, insanları yiyen toprak içine gittin.

Ne oldu?

Nasıl bir fikre kapıldın da uzun, sapa, bozuk bir yola düştün?

Sen, ağlaya ağlaya o yola düşünce, gökyüzü gözyaşı döktü, ay da yüzünü tırmaladı,

yırttı!

Gönlüm, kanlarla doldu, ne bileyim de ne sorayım?

Bâri sen söyle, acep, uyanık mı gittin?

Mâdem ki bizi bırakıp gittin, acaba, Hak âşıkları, ermişlerin sohbetini mi seçtin, yoksa aşktan mahrum mu kaldın?

İnkâr ederek mi gittin?

Sana sordukları suallere verdiğin o güzel, o tatlı cevapların ne oldu?

Artık sustun, söylemekten vazgeçtin

Bu ne biçim ateştir, bu ne biçim hasrettir?

Ansızın yola düşen misâfir gibi haber vermeden çıktın gittin

Nereye gittin ki, izinin tozu bile belirmiyor?

Bu sefer gittiğin yol, ne de kanlarla dolu bir yol

Can, seni görünce kendinden utanır.

Gönlüm şaşırır, ayağı balçığa saplanır.

Benim gönülle alâkam kalmadı.

Çünkü o, gönülde yaşamaktır

Gönül onun yeri yurdu oldu

Sen bir güneşsin, gönül ise bir kuyuya düşmüştür

Arada sırada ışığını kuyuya düşür

Çünkü gönül cana canlar katan aşkınla eriyip gitmededir”

Hz. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’ye yürek yakan bu sözleri söyleten Hz Şems’in ansızın çekip gitmesidir. Güneşim dediği Şems-i Tebrîzî’nin sır oluşuyla gönlüne doğanlar düşmüştür diline… Kendini bulduğu biricik mâşuku artık yoktur. Hz. Mevlânâ’nın ne gönlü ne de bedeni hiçbir yere sığamaz olmuştur. Ayrılık acısının dağladığı gönlüne düşen bu yanık sözlerden, Şems-i Tebrîzî’nin nasıl gittiğini bildiği de gün gibi ortadadır aslında. Şems Hazretlerini bulmak için iki defa Şam’a gider Hz Mevlânâ… Varını yoğunu onu aramaya adamış fakat nafile ondan bir iz bile bulamamıştır.

Geleceğinden ümîdini kesmese de Şems-i Tebrîzî Hazretlerini aramayı bırakan Hz. Mevlânâ, ondan ayrı gayrı olmadığını, onun kendi varlığında ay gibi doğduğunu şu beyitle anlatır:

“Beden bakımından ondan uzağız, fakat cansız, bedensiz, ikimiz de bir nûruz. İster onu gör, ister beni, ey arayan kişi, ben oyum o da ben.”

Hz. Mevlânâ’nın, Şems-i Tebrîzî Hazretleri gittiğinden beri gönlünde öylesine coşkunluk ve heyecan belirmiştir ki, ağzından çıkan her söz duyanların ciğerlerini dağlamıştır. Vahdet deryâsına dalan Hz. Mevlânâ, şimdi tozlardan, paslardan arınmış, Allah ateşiyle yanan gönlünü akıtacağı bir can aramaktadır. Coşkun ve aşk dolu şiirlerini söyleyeceği o dostun kapısında dönenip durmaktadır.

Gönlündeki bu Allah aşkına mâşukluk yapacak olan o dost, Konyalı Şeyh Selâhaddin Zerkûbî’dir. Şeyh Selâhaddin Zerkûbî, pek çok kere Hz. Mevlânâ’nın vaazlarını dinlemiş hatta bir gün kendine hâkim olamayıp ayağa kalkarak, aşk-ı muhabbetle feryad edip Hz. Mevlânâ’ya doğru koşmuştur. Hz. Mevlânâ’nın vaaz ettiği kürsünün altına gelip, ayaklarına kapanmıştır. Bu vak’a, Seyyid Burhâneddin Hazretlerinin ölüm târihi olan 1241'den sonra ve Hz. Şems'in Konya'ya geliş târihi olan 1244'ten öncedir.

Şeyh Selâhaddin Zerkûbî, Hazreti Mevlânâ’ya hayrandır. Ona derin bir hürmet beslemektedir. Çünkü her ikisi de Burhâneddin-i Tirmizî'den feyz almış ve Hak'ta fâni olmuş iki âşıktır. Hz. Mevlânâ da, Şeyh Selahaddîn'e büyük muhabbet besliyor, Ona lütûflarda bulunmaktan geri kalmıyordur. Hz. Şems'in geleceğinden ümîdini kesince, bütün kalbiyle, bütün himmetiyle Şeyh Selâhaddin Zerkûbî’ye gönlünü açar.

Bu iki âşığın Allah aşkıyla kendilerinden geçip birbirlerine muhabbetle hasretmesi ise semânın gölgesinde olur:

Hz. Mevlânâ bir gün Şeyh Selahaddîn'in Kuyumcular Çarşısı’ndaki dükkânının önünden geçmektedir. İçeride varak yapmak için çekiçle altın dövmekte olan Kuyumcu Şeyh Selâhaddin Zerkûbî ve çıraklarının çekiç darbelerinden çıkan sesleri duyan Hz. Mevlânâ, o hoş seslerin âhengi ile cezbelenir. Kendinden geçip ilâhî aşka dalarak semâ etmeye başlar. Dışarıda Hz. Mevlânâ’nın semâ ettiğini gören Şeyh Selâhaddin onun, çekiç darbelerinin âhengine, ritmine uyarak semâ ettiğini anlayınca, altınının zâyi olmasını düşünmez ve çıraklarına, çekiç darbelerine devam etmelerini emrederek kendisi de dışarı fırlar ve Hz. Mevlânâ Celâleddin Rûmî’yle berâber semâya dalar.

Şems-i Tebrîzî’nin âniden gidişiyle ayrılık ateşine düşen Hz. Mevlânâ’ya esenlik veren Şeyh Selâhaddin Zerkûbî, Konyalı’dır. Kuyumcu olduğu için Zerkûbî lakabı ile de anılır. Ümmî olarak bilinen Şeyh Selâhaddin, gençliğinde Seyyid Burhâneddin'in terbiyesine girmiş, onun sohbetlerinde pişmiş, onun feyziyle olgunlaşmış biridir. Ayrıca Şems-i Tebrîzî’nin sohbetlerinde de bulunmuş, ondan da feyz almıştır. Hz. Mevlânâ ile Şems-i Tebrîzî Hazretleri, buluşmalarında, altı ay Şeyh Selâhaddin'in hücresinde sohbet etmişlerdir. Onlara hizmet edebilme şerefine ve sohbetlerinde bulunabilme bahtiyarlığına eren bir velîdir Şeyh Selâhaddin Zerkûbî.

Hz. Mevlânâ, Şems-i Tebrîzî’nin gidişinden sonra Şeyh Selâhaddin’de sükûn bulur. O’na yalnız mânevî bir bağ ile bağlanmaz. "Benim sağ gözüm" diyerek iltifatta bulunduğu Şeyh Selâhaddin’in kızı Fatma Hâtun'u, oğlu Sultan Veled Hazretleri ile evlendirerek aralarında bir akrabalık bağı da kurar.

Bu akrabalıkla Hz. Mevlânâ’nın Şems-i Tebrîzî ile dostluğunu çekemeyenler bu sefer de Hz. Mevlânâ’nın Şeyh Selâhaddin'e gösterdiği yakınlığa haset etmeye başlar. Şeyh Selâhaddîn’i, “ümmîdir” diye, yüksek irşad makâmına lâyık görmez ve Şems-i Tebrîzî Hazreterine yaptıkları gibi küstahlığa yeltenirler. Kendisine kötü düşünce ile bakan zavallılara Şeyh Selâhaddin:

“Mevlânâ, beni yalnızca herkesten üstün tuttu da bu yüzden inciniyorsunuz. Bilmiyorsunuz ki, benim apaçık bir görünüşüm yok, ben bir aynayım. Mevlânâ, bende kendi yüzünü görüyor; ne diye kendini seçmesin? O, kendi güzelim yüzüne âşık, bundan başka bir fikre düşmek, kötü bir şey." diyerek, alçak gönüllülük gösterir.

Hz. Mevlânâ’nın, kendisini çekemeyenleri zarâfetle susturan Şeyh Selâhaddin Zerkûbî’ye olan sevgisi kendisine sorulan bir soruya verdiği yanıttan da açıkça bellidir. Hz. Mevlânâ’ya, “Ârif kimdir?” diye sorarlar. Hz. Mevlânâ’nın cevâbı ise, “Ârif şeyh Selâhaddin’dir” olur.

Hz. Mevlânâ’nın coşkunluğuna teslim olan ve ârif diye tanımladığı Şeyh Selâhaddin Zerkûbî ile on yıl süren büyük dostluğa vedâ zamânı gelir. Maalesef Şeyh Selâhaddin hastalanır. Hastalığı boyunca kendisini yalnız bırakmayan Hz. Mevlânâ ona içli mektuplar yazar.

“Irak olsun senden hastalıklar

Ey canlarımızın rahatı

Ey gören gözümüz

Kem gözler, ırak olsun senden…

Lütûf gölgen ırak olmasın bizden,

Solmasın gül bahçesine benzeyen yüzün

O gönül otlağımız, çimenliğimiz.

Hep öyle taze, hep yeşil

Bizim canımıza gelsin senin acın, senin ağrın.”

Hz. Mevlânâ’yı böylesine içli söyleten Şeyh Selâhaddin Zerkûbî, ne yazık ki bir türlü şifâ bulamaz, günden güne erir. Artık sefer yakınlaşmıştır. Aralık ayının 29'uncu pazar günü 1258 yılında ten kafesinden kurtularak, can âlemine, ölümsüzlüğe kanat açar Şeyh Selâhaddin Zerkûbî Hazretleri.

Şeyh Selâhaddin Zerkûbî, Hz. Mevlânâ'yı can evinden yaralayarak göçüp gider. Önce biricik babası Sultanü’l-ulemâ, sonra Seyyid Burhâneddin, sonra Şems-i Tebrîzî, şimdi de Şeyh Selâhaddin Zerkûbî gitmiştir. Sanki bütün bunlar mukadderdir… Her giden Hz. Mevlânâ'da derin bir iz bırakır. Bu üzüntünün pençesinde Hz. Mevlânâ, iç âleminin en derinine iner, orada pişer ve yanar. İşte böylece Cenâb-ı Mevlânâ olur…

Şeyh Selâhaddin Zerkûbî Hz. Mevlânâ’ya bir vasiyette bulunur. Koca Şeyh, "Cenâzeme neyzenler, kudümzenler katılsın. Bir düğün şenliği içinde, semâ ede ede kabrime götürün beni'." demiştir. Hz. Mevlânâ bu vasiyete uyar. Muhteşem bir cenâze töreni hazırlanır. Neyzenler, kudümzenler, âyin okuyucular ön safı alır. Hz. Mevlânâ onların arkasında semâ eder, daha geriden binlerce Konyalı tabutu omuzlar üzerinde âdeta uçurur. Cenâze namazını Hz. Mevlânâ kıldırır. O gece, Hz. Mevlânâ'nın şu mersiyesi, Konyalılar’a içli gözyaşları döktürür:

“Firkât-ü hicrinden ey yâr çerh-ü devran ağladı,

Kana gark oldu gönül, hep akl ile cân ağladı.

Cebrâil-i kudsiyânın yandı bâl-ü perleri,

Enbiyânın, evliyânın gözler kan ağladı.

Ey yazık, eyvah yazık, eyvah yazık,

Böyle bir çeşm-i yakîyne şek-kü vicdan ağladı.”

Mevlevî mûsıkîsinin büyük üstâdı Itrî Dede’nin "segâh" makâmında bestelediği bu mersiye, Hz. Mevlânâ’nın gözyaşlarıyla şöyle devam eder;

“Gerçekte yüz âlemdin, bir kişi değildin sen.

Dün gördüm, o âlem de bu âleme ağlamadaydı.

Gözden uzaklaşalı göz de ardından gitti.

Can, gözsüz kaldı da gene kanlar saçarak ağlıyor.

Gayretin olmasaydı, yağmur gibi gözyaşları döker, öyle bir ağlardım ki.

Fakat gönlün, kanlar saçarak böyle gizli ağlaması daha iyi.

Gözyaşı da nedir? Ayrılığınla miskler yağdırmak, her nefes kanlarla erimek, her an

ağlayıp durmak gerekti.

Ey Şeyh Selâhaddin, ey tez uçan devlet kuşu, yaydan ok fırlar gibi uçup gittin, yay

ağlamakta şimdi”

Hz. Mevlânâ’nın babası Sultânü’l-ulemâ Hazretlerinin yanına defnedilen Şeyh Selâhaddin Zerkûbî’nin mezarı üzerindeki sandukasına da şu kitâbe yazılır:

"Allah bâkî. Bu mezar; şeyhimiz, ârifler güneşi, hidâyet ve yakin bayrağı, abdalın pâdişâhı, hâlde ve sözde kemâl sâhibi, arayan ve dileyen kalplere emniyet ve huzur olan, Allah'ın en büyük nûru, en kuvvetli burhan, basîret ıssı, içi-dışı, huyu-hulku temiz, Allah sırlarının denizi, gayba âit remizlerin tercümânı, takvâ imâmı, eşsiz örneksiz sırlar mahremi, asrın Beyazıd'ı, zamânın Cüneyd'i, Hak ve dînin salâh'ı, Konyalı Yağıbasanoğlu Kuyumcu Feridun'un toprağıdır. Allah, sırlarını kutlasın. O, altı yüz elli yedi yılı Muharrem ayının ilk günü göçtü."

Hz. Mevlânâ, Şems-i Tebrîzî’den sonra, Selahaddîn-i Zerkûbî’nin bu hâlinden az da olsa sükûn bulmuş, coşkunluğunu içine atarak, özleşmiş, içten yanmış, kavrulmuştu. Dışı küle dönmüş bir kor gibiydi. Bir gün külden sıyrılacak, ateşiyle cihânı aydınlatacaktı. Bunca güzel gönül dostunun ardı ardına gidişi, belli ki O'nun "Mesnevî" devrine bir hazırlığıydı.

Bu gidişlerden sonra, Hz. Mevlânâ’nın gönlü, ayrılık acısı ve Allah ateşiyle kül olmuş yanmadaydı. Bu öyle bir yanıp kavrulmaydı ki, Hz. Mevlânâ’nın Allah ateşini söndürecek hiçbir şey yoktu. Bir an olsun babasından, gözünü gönlünü ayırmayan Sultan Veled Hazretleri ve biricik dervîşi, halîfesi Çelebi Hüsâmeddin de bu Allah ateşten paylarını dolu dolu alacaktı.

Hz. Mevlânâ öylesine uçsuz bucaksız bir okyanusa dalmıştı ki, kimseler O’nun gönül dünyâsının derinliklerine ulaşamıyordu. Kabına sığamayan Hz. Mevlânâ kimi zaman saatlerce susuyor, kimi zaman ansızın gözden kaybolurdu. Sanki koca okyanus Hz. Mevlânâ’nın yanında bir su damlası gibi kalmıştı. Hz. Mevlânâ dolup dolup taşmaktaydı. İşte bu aşk-ı muhabbetle Hz. Mevlânâ'nın ufkunda, bir başka ışık parlar. Bu ışık, Mesnevî gibi dünya durdukça okunacak ölümsüz bir eserin meydana gelmesine vesîle olan Çelebi Hüsâmeddin’dir. Çelebi lakabını kendisine Hz. Mevlânâ verir. Hz. Mevlânâ soyundan gelen diğer Çelebiler’den ayırabilmek için, bu lâkab isminin başına gelir ve "Çelebi Hüsâmeddin" diye anılır.

Çelebi Hüsâmeddin, Ahi Türkoğlu diye tanınan Urmiyeli Hasan oğlu Muhammed'in oğludur. Soyu, 1107 yılında Bağdat’ta vefat eden Ebul-Vefâ-i Kürdî’ye ulaşmaktadır. Dedeleri Urmiye'den Anadolu'ya göçmüş, Konya'ya yerleşmişlerdir. Babası Ahi Muhammed, Konya ve çevresindeki ahi teşkilâtının reisi olduğu için "Ahi-Türk" adıyla tanınmıştır. Bundan dolayı Çelebi Hüsâmeddin'e Ahi-Türkoğlu da denmiştir.

Çelebi Hüsâmeddin, çocuk yaşlarında babasını kaybetmiş, fütüvvet erbâbı Konya ahileri, onu, babasının postuna oturtmuşlardır. Daha o günden Hz. Mevlânâ'ya içten bir sevgi besleyen, fırsat buldukça medresedeki derslerine, daha sonra da semâ ve sefâ meclislerine katılan Çelebi Hüsâmeddin, bulûğ çağına erince, bütün ahiler ve dostlarıyla birlikte Hz. Mevlânâ'nın hizmetine girmiş, Şems-i Tebrîzî’den ve Selâhaddin Zerkûbî’den feyz almıştır.

Çelebi Hüsâmeddin, Şeyh Selâhaddin'in vefâtından sonra Hz. Mevlânâ'nın halîfesi olmuştur. Konya'da Ahi teşkilâtının riyâsete düşen payını, kendi mallarını da katarak Hz. Mevlânâ'nın önüne sermiş, nesi var, nesi yoksa Hz. Mevlânâ'nın müridlerine ve ihtiyâcı olanlara harcanmasını niyaz etmiştir. Bundan böyle, Çelebi Hüsâmeddin'in Konya Meram bağlarındaki konağı, Hz. Mevlânâ dervişlerinin bir idâre yeri olmuştur. Ayrıca Hz. Mevlânâ, eline ne geçmişse olduğu gibi Çelebi Hüsâmeddin’e göndermiş, bu idârenin başına da Çelebi’yi getirmiştir.

Gençliğinde iyi bir tahsil gören Çelebi Hüsâmeddin, Konya'da birkaç yüksek medresenin öğretmenliğini de yapar. Mevlânâ'nın aşk ve gönül zincirine bağlandıktan ve bu zincirin sağlam bir halkası olduktan sonra, O'nun mânevî terbiyesi altında pişer, "Hâmil-i esrârı ve haznedâr-ı maârifi" olur. Hz. Mevlânâ, O'nu "Hâle ziyâsı, Hak nûru, ruh cilâsı, dînin ve gönlün Hüsâm’ı, cömert Hüsâmeddin" gibi vasıflarla över.

Öyle ki, Hz. Mevlânâ onsuz bir yere gitmez, konuşmaz, neş’elenmez. Hz. Şems, bu kez de Hüsâmeddin'de tecelli eder. Hz. Mevlânâ bütün sevdiklerini O'nda, O'nun yakınlarında bulur, görür. Çünkü nereye baksa, Allah ateşiyle tutuşup yandığı biricik dostu Şems-i Tebrîzî’yi görür.

Hz. Mevlânâ’nın her sözünde, her anışında Şems-i Tebrîzî vardır. Bir gün Çelebi Hüsâmeddin'in bağında otururken, yanındakilere Şems-i Tebrîzî’den bahsederek onu över. Mecliste bulunan müderris Bedreddin, Şems'i Tebrîzî’yi göremediğine üzüldüğünü belirtince, Hz. Mevlânâ Çelebi Hüsâmeddin'i kastederek:

-Şems'e erişemediysen; öyle birisine eriştin, öyle birisine kavuştun ki saçının her telinde yüz binlerce Şems asılı, der ve heyecanlanarak semâ etmeye başlar.

Hz. Mevlânâ, Çelebi Hüsâmeddin'de de Şems'i görür, zîra bir gazelinde şöyle der;

“Tebrizli Şems'le Hak ziyâsı Hüsâmeddin, varlığın aslıdır. Onlar nokta olmuşlardır, başkaları onların çevresinde pergel gibi dönmededir. Şems, Selâhaddin ve Hüsâmeddin, bunlar birer ad, varlıktaysa tek..."

Hz. Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Şems-i Tebrîzî’nin ve Şeyh Selâhaddin'in vefâtından sonra, yavaş yavaş sükûn bulur, coşkunluğu ve cezbesi fikir olgunluğuna doğru yönelir. Aşk ve cezbeyle yanan, yakılan Hz. Mevlânâ, şimdi gönlünde çoşan Allah ateşini akıtmaya hazır bir haldedir. O'nun bu hâlini yakından izleyen Çelebi Hüsâmeddin, canla, gönülle bağlı olduğu pîrinin kemâlini yaymak, bu aşk ve irfan güneşinin perdelerini sıyırarak, ışıklarıyla bütün bir âlemi nurlandırmak ister. Bu sırada, Hz. Mevlânâ'nın gazellerinin toplandığı dîvan da büyümüş, Dîvân-ı Kebir olmuştur.

Şimdi, Hz. Mevlânâ’nın onca yanmışlığıyla, gönülleri doyuracak, şifâ olacak, tenden cana vücud bulacak bir eser verme zamânıdır. Geniş bilgisi, üslûbu, hele pek üstün şâirliği ile suyun akışı gibi rahat ve irticâlen şiir söyleyiş kâbiliyetiyle bu esere hazırdır. Bunun farkında olan Çelebi Hüsâmeddin bu fikrini Hz. Mevlânâ’ya açmak için fırsat gözler.

Hz. Mevlânâ, Çelebi Hüsâmeddin’le gezip şiirler söylediği bir sırada Çelebi Hüsâmeddin, tam zamânıdır diyerek fikrini açar:

-Sultânım! Gazel tarzında birçok şiirler tanzim buyurdunuz. Dîvan epeyce büyüdü. Eğer Hakîm Şenâî'nin İlâhînâme'si, Feridüddîn-i Attâr'ın Mantık'ut-Tayr'ı vezninde bir kitap yazacak olursanız, bu eseriniz, cümle âşıkların can yoldaşı olacaktır. Bundan sonra da, âşıklar, başkalarının sözleriyle değil, sizin eserinizle gönüllerini doyuracaklardır. Buna himmet, Efendimizin pek bol olan lütûf ve inâyetine kalmıştır.

Hz. Mevlânâ, Çelebi Hüsâmeddin’in bu sözlerine tebessüm eder. Sarığının kıvrımları arasından bir kâğıt çıkararak Çelebi Hüsâmeddin'e uzattır. Bu kâğıtta, Mesnevî-i Şerîf’in rûhunu, özünü teşkil eden ilk on sekiz beyit yazılıdır. Hz. Mevlânâ mübârek elleriyle yazmıştır. Çelebi Hüsâmeddin’den okumasını ister…

“Duy şikâyet etmede her an bu ney,

Anlatır hep ayrılıklardan bu ney.

Der ki, feryâdım kamışlıktan gelir,

Duysa her kim, gözlerinden kan gelir

Ayrılıktan parçalanmış bir yürek

İsterim ben; derdimi dökmem gerek.

Şâyet aslından biraz ayrılsa, can,

Öyle bekler, vuslata ersin zaman.

Ağladım her yerde hep âh eyledim.

Gördüğüm her kul için "dostum" dedim.

Herkesin zannında dost oldum ama

Kimse talip olmadı esrârıma.

Hiç değil ferya-âdıma sırrım uzak,

Gözde lâkin yok ışık, duymaz kulak.

Âşikârdır can-beden, gör insanı,

Yok, izin, görmez fakat insan, canı.

Ney sesi tekmil hava oldu ateş,

Hem yok olsun, kimde yoksa bu ateş!

Aşk ateş olmuş dökülmüştür ney'e,

Cezbesi aşkın karışmıştır mey'e.

Yârdan ayrı dostu ney dost kıldı hem

Perdesinden perdemiz yırtıldı hem.

Kanlı yoldan ney sunar hep arzuhal.

Hem verir Mecnûn'un aşkından misal.

Ney zehir, hem panzehir, ah nerde var,

Böyle bir dost, böyle bir özlemli yâr?

Sırrı bu aklın bilinmez akl-ile

Tek kulaktır müşteri ancak dile.

Sırf keder, gam, gitti kaç gün, kaç gece,

Geçti yanlışlarla günler, öylece.

Geçse günler, korku yok, her şey masal

Ey temizlik örneği, sen gitme kal!.

Kandı her şey, tek balık kanmaz, sudan,

Gün uzar, rızkın eğer bulmazsa can.

Anlamaz olgun adamdan bil ki, ham,

Söz uzar, kesmek gerektir vesselâm!”

Çelebi Hüsâmeddin, okudukça coşar, coştukça heyecanlanır, yanaklarından süzülen gözyaşları, elinde tuttuğu kâğıtta yazılı olan ilk on sekiz beyiti ıslatır. Okuyup bitirdikten sonra, Hz. Mevlânâ'nın elini öper ve aralarında şu konuşma geçer:

-Mevlânâ’m, ey benim eşsiz hünkârım! Gönülden niyaz ederim. Bu beyitlerin devâmı gelsin, sonsuzluğa kadar uzansın, ciltler dolsun.

Hz. Mevlânâ cevâben şöyle der:

-Çelebi, sen yazmayı kabul edersen, ben de söylerim.

-Kulunuz, şu andan îtibâren canla başla hazırım, der ve Hz. Mevlânâ 19. beyiti söylemeye başlar:

-Yaz öyleyse göz nûru Hüsâmeddin! Gerçeklerle yücelmiş, gerçekler güneşi Hüsâmeddin yaz:

Ey oğul hür olmalı bahtın senin,

Hep gümüş, altın mıdır ahdin senin?

Böylece Mesnevî-i Şerîf yazılmaya başlanır. Hz. Mevlânâ, gece gündüz yolda, bağda, bahçede, hamamda durup dinlenmeden söyler; Çelebi Hüsâmeddin ise yorulmaksızın aşkla, şevkle yazar. Çelebi Hüsâmeddin Mesnevî-i Şerîf’in yazılışı sırasındaki bu hâli şöyle anlatır:

"Mesnevî'yi yazarken, eline kalem almazlardı. Medresede, Ilgın kaplıcalarında, Konya hamamında, Meram bağlarında ve diğer yerlerde, nerede hatırına geldiyse söyler; fakir de derhal yazardım. Hatta yazmaya bile yetişemezdim. Bazen, geceli gündüzlü birkaç gün söylerdi. Bazen aylarca meşgul olmazlardı. Bir zaman iki sene fâsıla verdiler. Bu müddet zarfında bir şey söylemediler. Her cildin hitâmında kendisine okurdum, tashihat yaparlardı.”

Çelebi Hüsâmeddin yazdığı müsveddeleri, münâsip bir zamanda Hz. Mevlânâ'ya okuyor, gereken düzeltmeler yapıldıktan sonra asıl nüshaya yazılıyordu. Hz. Mevlânâ, her cildi okuyor ardından da bir önsöz yazıyor ve nüsha böylece tamamlanıyordu. Bu altı cilt boyunca böyle devam etti.

Hz. Mevlânâ, Mesnevî-i Şerîf’i söylerken çevresinden, günlük olaylardan, okuduğu kitaplardan, dinlediği hikâyelerden, halkın örf ve âdetlerinden misaller veriyor, konuyu bunlarla işliyor, bazen anlatılan bir hikâye, diğer bir hikâyeyi hatırlatıyor, onunla tasavvufî bir fikri, ahlâki bir düstura bağlıyor, aralarında ilişkiler kuruyordu.

Hz. Mevlânâ, bu eserinde yeri geldikçe Çelebi Hüsâmeddin’i de övüyor, bazen doğrudan doğruya ona hitap ediyordu. Üçüncü cilde başlarken, Çelebi Hüsâmeddin, şu beyitlerle ödüllendiriliyordu:

"Ey Hak ziyâsı Hüsâmeddin, şu üçüncü deften de meydana çıkar. Bir şeyin üç kere yapılması sünnettir. Üçüncü defterde sır hazînelerini deş, özürleri bir yana at. Senin kuvvetin Allah kuvvetinden sızıp gelmektedir."

Altıncı cilde başlarken de: "Ey gönüllerin hayâtı Hüsâmeddin, nice zamandır altıncı cildin yazılmasına meyledip durmadasın, "Hüsâmi-nâme", senin gibi bilgisi çok derin bir erin çekişiyle dünyayı dönüp dolaşmada. Ey mânevî er, Mesnevî'nin son cildi olan altıncı cildini de sana armağan ediyorum" diyerek Çelebi Hüsâmeddin’i üstün vasıflarla taltif etmektedir.

Mesnevî-i Şerîf, failâtün fâilâtün fâilatün vezninde yazılmış, Hz Mevlânâ'nın rûhunun derinliklerinden süzülüp arınmış bir eserdir. Bir diğeri ardınca gelen fikir pırıltıları, ustaca ve üstadca söylenmiş ve o anda Çelebi Hüsâmeddin tarafından tespit edilmiştir. Bu yazma işi, Hz. Mevlânâ'nın sükûnet bulup nefes alışına kadardır. Uykusuz geçen geceler, acıkmalar, bu arada Çelebi Hüsâmeddin’in sualleri, verilen cevaplar da eserde yer almıştır.

Bu şekilde dikkatlice 1259–1261 yılları arasında yazılmaya başlanılan Mesnevî-i Şerîf, 1264–1268 yılları arasında tamamlanır. Mesnevî-i Şerîf bittiği zaman cilt sayısı altıya, beyit sayısı 25.618'e ulaşır.

Mesnevî-i Şerîfartık tamamlanmış, Hz. Mevlânâ sohbetleriyle, vaazlarıyla yeniden irşâda başlamıştır. Bir taraftan da yine gazeller yazar. Hz. Mevlânâ ömrünü Allah aşkını anlatmakla geçirir. Halka kul olmanın esâsını ve hakîkatini söyler. Kur’an ve sünnetle aydınlanan yolunu aşk ile kemâle erdirir. Halkı dinler, nasîhatler eder, kimin yardıma ihtiyacı varsa orada olur. Ne kadar cezbelense aşka düşse de halk içinde Hakk’ı yaşar.

Hz. Mevlânâ sokağa çıktığı zaman cümle sevenleri etrâfını sarar, ondan bir duâ alabilmek için, niceleri, uzak diyarlardan yollara düşer. Şöhreti diyardan diyâra âşıkların dillerinde dünyâyı gezer. Hor ve hakir görülenlerin biricik dostu olur. Yaratılan her canlıya aşk gözüyle bakar ve Rabb’i görür. Her an Allah ve Resûlünü anarak, insanlara hakîkati anlatır. Kimseyi kapısından çevirmez.

Bunca acı ve çileyle geçen ömrü boyunca tek bir gün isyan etmez. Ölmeden önce ölenlerden olan Hz. Mevlânâ sükûnet içinde Hakk’a kavuşacağı o günü bekler. Son yıllarda artık bu âlemden ayrılmak zamânının geldiğinden bahseden gazeller yazmaya başlar.

Bir gün kendisinin oturması için tahsis edilen medresenin sofasında geziniyor ve ara sıra içini çekerek inliyordur. Ansızın hastalanır. Mevsim, Kasım ayının başlangıcıdır. Hastalık kırk gün kadar sürer. Selçuklu sarayının iki meşhur doktoru, Tabib Mevlânâ Ekmeleddin ve Gazanferî hizmetinde bulunur. Fakat hastalığı bir türlü teşhis edilemez. Hastalık yüksek humma ve nabızdaki düzensizlikle seyreder. Fakat Hazreti Pir, şuurunu ve hâfızasını hiçbir zaman kaybetmez. Hatta etrâfındakileri:

-Kendinizi üzmeyiniz, hastalığımız bizi bu âlemden ayıracak bir sebepten başka bir şey değildir, diye teselli eder.

Hz. Mevlânâ, dostlarına ve âile efrâdına, bu dünyâdan göçeceğini, üzülmemelerini söyler, fakat onlar, bu ayrılığı kabullenmez, ağlayıp inler. Hz. Mevlânâ’nın eşi Kerra Hâtun, Hz. Mevlânâ’ya hitâben:

“Ey âlemin nûru, ey âdemin canı! Bizi bırakıp nereye gideceksin?” diyerek ağlar ve ilâve eder, "Hüdâvendigâr Hazretlerinin dünyâyı hakîkat ve mânâlarla doldurması için üç yüz veya dört yüz yıllık ömrünün olması lazımdı."

Hz. Mevlânâ cevâben, "Niçin? Niçin? Biz ne Firavun ve ne de Nemrud'uz, bizim toprak âlemiyle ne işimiz var, bize bu toprak âleminde huzur ve karar nasıl olur? Ben insanlara faydam dokunsun diye dünya zindanında kalmışım, yoksa hapishâne nerede ben nerede? Kimin malını çalmışım? Yakında Allah'ın sevgili dostunun, Hz. Muhammed'in yanına döneceğimiz umulur" der.

Hz. Mevlânâ ardı sıra hasta yatağında dostlarına şu meşhur vasiyetini söyler;

"Ben size, gizli ve alenî, Allah’tan korkmanızı, az yemenizi, az uyumanızı, az söylemenizi, günahlardan çekinmenizi, oruç tutmaya ve namaz kılmaya devam etmenizi, dâima şehvetten kaçınmanızı, halkın eziyet ve cefâsına dayanmanızı, avam ve sefihlerle düşüp kalkmaktan uzak bulunmanızı, kerem sâhibi olan salih kimselerle berâber olmanızı vasiyet ederim. İnsanların hayırlısı, insanlara faydası dokunandır. Sözün hayırlısı da az ve öz olanıdır. Hamd, yalnız tek olan Allah'a mahsustur. Tevhid ehline selâm olsun."

Hz. Mevlânâ’nın, “Bana yaradılış ve huy bakımından en çok benzeyen sensin. Benim dünyâya gelişim, senin dünyâya gelmen içindi. Çünkü benim bütün söylediğim sözler, benim sözümdür, hâlbuki sen benim hâlimsin” dediği biricik oğlu Sultan Veled keder içindedir. Herkesin Hz. Mevlânâ’nın dostlarına düşman kesildiği zamanlarda O, babasının ve dostlarının hizmetinden bir an olsun geri durmamıştır. Hz. Mevlânâ, Sultan Veled’in sâdece babası değil, gönlünün de sultânıdır.

Hz. Mevlânâ son demlerinde yerini kimin alacağı sorulduğunda Çelebi Hüsâmeddin’in adını verir. Oğlu Sultan Veled’e vasiyeti sorulduğunda ise Mevlevîlik tarîkatını aydınlatacak olan bu büyük sultânı şöyle meth eder: “O hakîkat pehlivânıdır, vasiyete muhtaç değildir”

Hz. Mevlânâ o kadar hasta olmasına rağmen, yatağından tüm sevenlerini teselli ederek Hakk’a yürür. 672 hicret senesinin cümâdel-âhiresinin beşinci Pazar günü, 17 Aralık 1273’de, hakîkat ve irfâna dâir sözler söylemekte iken, güneşin battığı bir sırada Cenâb-ı Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, ömrü boyunca kavuşmayı murad ettiği yüce aşkı Rahmân’a kavuşur. Ertesi sabah Konya şehri vakarlı bir sükûnet içindedir. Muazzam bir cenâze merasimi tertip edilir. Fakat bu sükûnet cenâze kaldırılacağı zaman yırtılır. Hz. Mevlânâ’nın dâima üstünde taşıdığı ferâce denilen geniş mantoya sarılı olan tabutu dışarıya çıkarıldığı zaman sokaklarda gezip çarşı ve pazarlardan akın akın süzülen halk içli gözyaşları dökerek, hıçkıra hıçkıra cenâzeyi karşılamaya gelir. Cenâze alayının başında Sadreddin Konevî Hazretleri, iki doktor, Muineddin Pervâne ve bütün Selçuklu vezirleri, emirler, müderrisler, talebeler yürür.

Müslüman olan-olmayan, küçük büyük ne kadar Konyalı varsa hepsi, Hz. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin cenâze merâsimine katılır. Müslümanlar, Müslüman olmayanları:

-Bu merâsimin sizinle ne ilgisi var? Bu din sultânı Mevlânâ bizimdir, bizim imamımızdır" diye savmaya çalışırlar.

Onlar da:

"Biz Mûsa'nın ve bütün peygamberlerin hakîkatini onun sözlerinden anlayıp öğrendik. Kendi kitaplarımızda okuduğumuz olgun peygamberlerin huy ve hareketlerini onda gördük. Sizler nasıl onun muhibbi ve müridi iseniz, biz de onun muhibbiyiz. Mevlânâ Hazretlerinin zâtı, insanlar üzerinde parlayan ve onlara iyilikte, cömertlikte bulunan hakîkatler güneşidir. Güneşi bütün dünya sever. Bütün evler onun nûruyla aydınlanır. Mevlânâ ekmek gibidir. Hiç kimse ekmeğe ihtiyaç duymamazlık edemez. Ekmekten kaçan hiçbir aç gördünüz mü?"

diyerek cenâze merâsiminde yerlerini alırlar.

Binlerce insan tarafından taşınan tabut, mahalle aralarında, pazaryerinde bile dolaştırıldığı için ancak ikindi vakti musallaya ulaşır.

Hz. Mevlânâ’nın vasiyeti üzerine Şeyh Sadreddin Konevî Hazretleri, Hz. Mevlânâ’nın namazını kıldırmak üzere niyetlendiğinde üzüntüden baygınlık geçirir. Bunun üzerine namaza Kadı Sirâceddin imamlık eder. Hz. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri, biricik babası Sultânü’l-ulemâ ve hocası Şeyh Selahaddin Zerkûbî’nin yanına defnedilir.

Konya’da 40 gün mâtem tutulur. Bu süre boyunca saray mutfağında yemekler dağıtılır. Sultan, vezir ve emirler 40 gün ata binmez.

Hayâtını ebedî saâdete, sonsuz huzûra ve ilâhî rahmete vakfetmiş olan gönül sultânı Hz. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hakk’a yürüyüşünden sonra sevenlerine üzülmemeleri için şu nasîhatlerde bulunur:

"Ölüm günümde tabutum yürüyüp gitmeye başladı mı, bende bu cihânın gamı var, dünyâdan ayrıldığıma tasalanıyorum sanma; bu çeşit şüpheye düşme, bana ağlama, yazık yazık deme. Şeytanın tuzağına düşersem işte hayıflanmanın sırası o zamandır. Cenâzemi görünce ‘‘ayrılık ayrılık’’ deme. O vakit benim buluşma ve görüşme zamânımdır. Beni kabre indirip bırakınca, sakın “elvedâ” deme; zîra mezar, cennetler topluluğunun perdesidir.

Batmayı gördün ya, doğmayı da seyret. Güneşe ve aya batmadan ne ziyan geliyor ki? Sana batmak görünür, ama o, doğmaktır. Mezar hapis gibi görünür ama o, canın kurtuluşudur.

Hangi tohum yere ekildi de bitmedi? Ne diye insan tohumunda şüpheye düşüyorsun? Hangi kova kuyuya salındı da dolu dolu çıkmadı? Can Yusuf'u ne diye kuyuda feryâd etsin?

Bu tarafta ağzını yumdun mu o tarafta aç. Zîra senin hâyu huyun, mekânsızlık âleminin fezâsındadır."

Hz. Mevlânâ’yı sevenler Âşıklar Sultânı’nın Hakk’a yürüdüğü 17 Aralık gecesinin bir ayrılık gecesi değil, bir visâl kavuşma gecesi olduğunu söyler, bunun için de o geceye Şeb-i Arûs yani Düğün Gecesi adını verir.

Hz. Mevlânâ da kendisini sevenlerin gönüllerinde ebediyen yaşayacağını "Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız. Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir." sözleriyle dile getirir.

Hz. Mevlânâ bugün dünyâda adından en çok bahsedilen kimselerden biridir. Gönüller sultânı Hz. Mevlânâ'nın yüzyılları etkileyen şâheseri Mesnevî sekiz asırdır insanlığa yol göstermeye devam etmekte, Konya’daki mâkâmı yüzyıllardır dünyânın dört bir yanından gelen milyonlarca insana ziyâretgâh olmaktadır.

Hz. Mevlânâ’nın Çelebi Hüsâmeddin Hazretleri ile 15 yılda tamamladığı ve kendisinden sonra gelen evliyâların ittifakla, Kur’an meâli saydığı Mesnevî’si neredeyse tüm dillere çevrilmiştir.

Gökkubbeye böylesine hoş bir sadâ bırakarak vuslata eren büyük gönül sultânı Hz. Pir Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, hayâtını Kur’an ve sünnet ışığında, Allah aşkı ve ateşine donanarak yaşamıştır. Allah ve Peygamberine olan aşk ve bağlılığını haykırırcasına söylediği sözlerle, sanki ardınca gelecek insanlara da hem gittiği yolu açık etmiş hem de onları uyarmıştır.

Bu îman ve aşkla bağlılığın ardından Hz. Mevlânâ, geride yürek ağlatan bir hasret bırakarak Allah ve Resûlü’ne kavuşur fakat bu sefer de sevenleri Hz. Mevlânâ’nın ardından ayrılık acısına düşer. Özellikle, “Benim dünyâya gelmemin sebebi senin dünyâya gelmendir” dediği biricik oğlu Sultan Veled Hazretleri “göz nûrum” dediği Çelebi Hüsâmeddin Hazretlerinin gönüllerini büyük hüzün kaplar. Hz. Mevlânâ, arkasından kimsenin yanıp yakılmasını istememiştir ama böylesine büyük bir gönül sultânının ardından gözyaşı dökmemek, üzülmemek mümkün değildir.

Gönüllere yaşlar akıtan Âşıklar Sultânı Hz. Mevlânâ’nın vuslata erişmesinden sonra sultanlar, emirler ve halkla berâber, âlimler, şâirler de derin bir üzüntüyle yanıp tutuşur. Hz. Pîr’in Hakk’a yürümesinden hemen sonra, büyük âlim Sâdeddin Konevî Hazretleri, "O, mânâ gerdanlığının ortasında eşi bulunmaz bir inciydi. Ne yazık ki düşüp kayboldu.." diye dövünürken, devrin ünlü şâiri Bedreddin Yahyâ ise, "Derdinle ağlamayan göz, yaşınla yırtılmayan yaka hani.. Yemin ederim ki toprağın karnına senin gibisi düşmedi" diye inler durur. Kadı Sirâceddin ise, "Ecel dikeni senin mübârek ayağına battığı gün oturdu, feleğin eli benim başıma helak kılıcını vursaydı da böyle bir günde gözüm cihânı sensiz görmeseydi.." diye, ağıtlar yakar…

Bu sırada Hz. Mevlânâ'nın henüz bir mezar taşı dahi bulunmayan kabr-i şerîfi ise akın akın ziyâret edilmektedir. Sağlığında "Ölümümüzden sonra, mezarımızı yerde arama. Bizim mezarımız ârif kişilerin gönüllerindedir" demesine rağmen, sevenleri her gün Hz. Mevlânâ’nın mübârek toprağını gözyaşları ile ıslatır durur.

Acı çok tâzedir ama sevenleri de Hz. Mevlânâ'nın ardından O'nun kabr-i şerîfi üzerine bir türbe yapmak ister. Çünkü kabr-i şerif, daha şimdiden bir ziyâret yeri olur. Hz. Mevlânâ'nın aziz hâtırasını ebedîleştirecek bir türbe gereklidir. Bu istek Hz. Mevlânâ'nın Hakk’a yürümesinden kısa bir süre sonra O'na büyük bir saygı besleyen Emîr Alâmeddin Kayser’den gelir. Emîr Kayser, edep ve sevgiyle Sultan Veled Hazretlerine başvurur. Sultan Veled Hazretleri uzun uzun düşündükten sonra bu isteğe olumlu cevap verir. Alâmeddin Kayser, hemen hazırlıklara başlar. Hz. Mevlânâ’ya bir türbe yaptırılacağını işiten Emîr Pervâne ve karısı Gürcü Hâtun, bu kutsal işe sarfedilmek üzere elli bin dirhem yardımda bulunur. On iki bin dirhem de Sultan Veled Hazretleri ve Çelebi Hüsâmeddin Hazretleri verir. Böylece doksan iki bin dirhemle türbenin yapımı başlar. Herkes Hz. Mevlânâ sevgisinden bir nasip almak peşindedir.

Hz. Mevlânâ, geride kalanlara: "Her günüm Cumâ’dır, hutbem dâimî..Minberim yüceliktir, maksûrem insanlık.." diye seslenmiştir. Bir devir aslında kapanmış değil, belki de yeniden açılmak üzeredir. Hz. Mevlânâ hamken pişmiş, sonra da yanmıştır ama O'nun tutuşturduğu ocak tütmektedir. O ocakta Hz. Mevlânâ’nın yaşamının neredeyse her ânına şâhitlik etmiş iki büyük gönül sultânı vardır. Hz. Pîr’in biricik oğlu Sultan Veled Hazretleri ile gönül pınarından akanları yıllarca kaleme alan halîfesi ve müridi Çelebi Hüsâmeddin Hazretleri o ocakta pişmiştir.

Hz. Mevlânâ’nın boşluğu öylesine derin hissedilmektedir ki, sevenleri oğlu Sultan Veled Hazretlerinde, hem O’nu görmekte hem de teselli aramaktadır. Zîra Sultan Veled Hazretleri sadece ahlâken değil, fizikî yapı olarak da babası Hz. Mevlânâ’ya çok benzer. Ayrıca geride gözü yaşlı, kalbi buruk kalan sevenleri için “Sırrımın sırrı” dediği Sultan Veled Hazretleri, Hz. Mevlânâ’nın en aziz hâtırasıdır.

Hz. Mevlânâ, Çelebi Hüsâmeddin Hazretlerini halîfe bırakarak Hakk’a yürümüştür ama Çelebi Hüsâmeddin Hazretleri bile Sultan Veled Hazretlerine tâbi olmak ister. Zîra bir gün Çelebi Hüsâmeddin Hazretleri bütün müridleriyle Sultân Veled Hazretlerine gelip, muhabbet ve hürmetlerle şu niyazda bulunur:

“Bundan sonra babanın yerine oturmanı, müridlere doğru yolu göstermeni, şeyhimiz olmanı ve sırların feyizlerini insanlara saçmanı istirhâm ediyor; ben de senin üzengin yanında gāşiyeni taşıyarak, kulluk ve lalalık etmek istiyorum” der ve şu beyitle devam eder:

-Ey can! Gönül evinde oturan kimdir? Pâdişâhın tahtında şah ve şahzâdeden başka kim oturur?

Ardından da:

-Babandan sonra, uyulacak, dayanılacak kişi sensin. Onun makâmı sana düşer. Onun yerine geç çünkü senin gibi ârif ve yol gösterecek yok, der.

Sultan Veled Hazretleri bu sözlere çok ağlar ve şu dokunaklı cevâbı verir:

-Sûfî hırkaya, yetim sanata lâyıktır. Siz babamın zamânında halîfemiz ve arkadaşların ulusu olduğunuz gibi bu zamanda da halîfemiz ve büyüğümüzsünüz, Hüdâvendigâr’ımızın yâdigârısınız. Sultânımızın vasiyeti veçhile post ve halîfelik sizindir.

Bu konuşmanın ardından Hz. Mevlânâ’nın en değerli müridi Çelebi Hüsâmeddin Hazretleri irşad vazîfesini on yıl büyük bir aşk ve özenle yerine getirir. Biricik sultânı Hz. Mevlânâ’dan ne öğrendi ise ehl-i sünnet îtikâdı üzerine dervişlerine aktarır. Hocaları Hz. Mevlânâ tarafından bir nevî birbirine emânet edilen Sultan Veled Hazretleri ile Çelebi Hüsâmeddin Hazretlerinin ayrılık zamânı yakındır. Zîra vuslat zamânı gelen Çelebi Hüsâmeddin Hazretleri hastalanır. Sultan Veled Hazretleri ise hastalığı boyunca babasının biricik emânetini yalnız bırakmaz. Maalesef 1284 senesinde Çelebi Hüsâmeddin Hazretleri Hakk’a yürür. Can dostunu kaybeden Sultan Veled Hazretleri bundan büyük üzüntü duyar. Büyük eseri İbtidânâme’de bu hâlini çok samîmî ve içli beyitlerle şöyle anlatır Sultan Veled Hazretleri:

"O, on yıl sonra bir gün hastalandı ve Allah’ın huzûruna gitti. Veled, yetim bir çocuk gibi, yapayalnız kaldı. Korkudan ağladı ve çok zayıfladı. Çölde, sığınaksız ve kimsenin şefkatini görmeden yaşayan ve şaşkınlık içinde kalan bir çocuk gibi kendinden ümîdini kesti; karanlık ve gam kuyusunda kaldım, diyerek, böyle bir dostun ayrılığının verdiği üzüntü ve keder ile başını duvarlara vuruyordu."

Neredeyse tüm sevdiklerini Hakk’a uğurlayan büyük velî Sultan Veled Hazretleri bu acının ardından halkın halîfelik ısrârıyla karşılaşır. Babası Hz. Mevlânâ’dan; “Şeyhim, imâmım, kıblem, kuvvetim, seyyidim, senedim, mu’temedim, cesedimde rûhumun mekânı, bugünümün ve yarınımın zahîresi, hakîkati arayanların olgunlarının sultânı, Hak yolunun erleri arasında Allah’ın sırrı Mevlâm ve Me’vâm babam, Hakk’ın ve dînin Celâl’i Celâleddin” diye bahseden Sultan Veled Hazretleri irşad makâmına, babası Âşıklar Sultânı Hz. Mevlânâ’nın şu nasîhatiyle oturur:

“Bahâeddin Veled! Eğer dâimâ cennette olmak istersen, herkesle dost ol, hiç kimsenin kînini yüreğinde tutma!

Fazla bir şey isteme ve hiç kimseden de fazla olma!

Merhem ve mum gibi ol,

İğne gibi olma,

Eğer hiç kimseden sana fenâlık gelmesini istemezsen

fenâ söyleyici,

fenâ öğretici,

fenâ düşünceli olma!

Bahâeddin Veled! Senin düşmanını sevmeni, düşmanının da seni sevmesini istersen, kırk gün onun hayrını ve iyiliğini söyle. O düşman senin dostun olur; çünkü gönülden dile yol olduğu gibi, dilden de gönüle yol vardır.”

Neredeyse her ânında Hz. Mevlânâ ile hemdem olan, yaptığı, söylediği, yaşadığı her şeyi tam bir intizam ile kaydeden Sultan Veled Hazretleri, Âşıklar Sultânı babasının ardından aynı şevk ve muhabbetle O’nun öğretilerini devam ettirir. Böylece Hz. Mevlânâ’nın ardından biricik oğlu Sultan Veled Hazretlerinin himmet ve gayretiyle sekiz asırdır tüm dünyâya İslâm’ın aydınlığını ulaştıran “edep ve aşk yolu Mevlevîlik” doğar...

Mevlevîlik, Hz. Mevlânâ’nın öğretilerini gelecek nesillere aktarmak üzere oğlu Sultan Veled Hazretleri, halîfesi Çelebi Hüsâmeddin ve torunu Ulu Ârif Çelebi Hazretleri tarafından kurulmuş ve yüzyıllar boyunca o soydan gelen Çelebiler arasından seçilen “Makam Çelebisi” tarafından idâre edilmiştir.

Bu edeb oluşumunda Konya’daki Mevlânâ Türbesi ve Mevlevîhâne makam olarak kabul edilmiş, Makam Çelebileri burada ikâmet etmişlerdir. Türbenin etrâfında kurulan bu ilk Mevlevîhâne “Âsitâne-i Âliye” olarak adlandırılmıştır.

Mevlevîlik tarîkatını insanlığa hediye eden Sultan Veled Hazretleri, doksan yıllık ömrünü, babası Hz. Mevlânâ’dan aldığı terbiye ile yaşamıştır. Dervişlerini de bu aşk, şevk ve gayretle yetiştiren Sultan Veled Hazretleri halîfeliği sırasında Mevlevîliğin ana esas ve kâidelerini şekillendirmiştir.

Sultan Veled Hazretleri 11 Kasım 1312 senesinde Hakk’a yürümeden önce, tüm alçak gönüllülüğü ile:

"Benim gibi, ruh âlemine bakınız; aczi bırakınız, kudretli olunuz. Zarif insanlar birer birer gittiler. Sıra bize geldi, hazır olunuz. Bu gece mutluluğa erdiğim ve kendi benliğimden kurtulduğum gecedir." diyerek bir cumartesi günü sabaha karşı Konya'da vuslata erer.

Hakk'a yürüyünceye dek babası Hz. Mevlânâ ile gönlünde coşan, taşan, fışkıran, Sultan Veled Hazretleri Allah ve Peygamber aşkını anlatmıştır. Cenâze namazı, vasiyeti üzerine Tâcedüddin Aksarâyî tarafından kıldırılarak, Hz. Mevlânâ’nın yanına sırlanmıştır…

Sultan Veled Hazretlerinin ardından tüm Konya hüzne kapılmış, âilesi, talebeleri ve sevenleri bîçâre kalmıştır. Sipehsâlâr'da Sultan Veled Hazretlerinin türbesinden üç gün, üç gece göğe kadar nur yükseldiğini, Konyalıların bu nûrun ululuğu karşısında hayran kaldığı ve günlerce ağlayarak yas tuttukları yazılıdır. Eflâkî de aynı menkıbeyi tekrar ettikten sonra, dostların, bu nûrun Sultan Veled Hazretlerinin yerine geçen Ulu Ârif Çelebi olduğunu söylediklerini yazar.

Sultan Veled Hazretlerinden sonra makâma, Hz. Mevlânâ'nın, hakkında: "Bahaeddin, ben bu çocukta "yedi velînin" nûrunu görüyorum; bizim Ârifimiz kutupların nûrunu kendinde toplamıştır" diye daha çocukluğunda övgüde bulunduğu Sultan Veled Hazretlerinin oğlu Celâleddin Feridun Ulu Ârif Çelebi geçer.

Çelebi Hüsâmeddin Hazretlerinin döneminde başlayarak, Sultan Veled Hazretleri ve onun oğlu Ulu Ârif Çelebi zamânında toplanan Hz. Mevlânâ âşıkları, Mevlevîlik tarîkatının temelini atarak sistemini oluşturur. Muhtelif yerlerde Mevlevîhâneler açıp, vakıflar kurarak insanların gönüllerine aşk ve îman götürürler…

Hz. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin Kur’an ve sünnet ışığındaki intizamlı yaşamı çevresinde şekil alan Mevlevîlik tarîkatının esas kurucusu ve ikinci pîri, oğlu Sultan Veled Hazretleri kabul edilir.

Hz. Mevlânâ'nın hayâtı boyunca tarîkatlara özgü birtakım kâidelere uymadığı, kendisine bağlananlar için özel kurallar koymadığı bilinmektedir. Sözgelimi kendisine bağlananlar için ne bir giriş töreni düzenler, ne de belli bir zikir öngörürdü. Diğer tarîkatlar gibi özel giysilerle ayrılma yoluna da gitmemişti. Bilinen başlıca uygulaması müridliğe kabul edilenlerin saç, sakal, bıyık ve kaşlarından birkaç kıl kesmek, kendisine halîfelik verilenlere de bugün hırka denilen geniş kollu, yakasız, önü açık bir giysi olan ferecî giydirmek, halkı aydınlatma görevini simgelemek üzere bir çerağ vermekti. Mevlevîlik tarîkatının başlıca kurallarından birisi olan semâyı ise aşk ve cezbe hâlinde yapardı. Ancak oğlu Sultan Veled Hazretleri halîfeliği döneminde Hz.Mevlânâ’nın yaşamındaki tüm incelikleri temel alarak Mevlevîliği kendine özgü kuralları, törenleri olan bir tarîkat haline getirdi.

Mevlevîliğe göre tasavvufî terbiyenin maksadı insanın kendine gelmesini, kendini bulmasını sağlamaktır. Gerçeğe ulaşmak için insan tabiatına aykırı yöntemlere başvurulmamalıdır. Zikir ve çile gerçeğe ulaşmanın temel yöntemi değildir. Zikir ancak düşünceyi harekete geçirdiği ölçüde yararlıdır. Gerçeğe ulaşmanın asıl yolu aşk ve cezbedir. Bunun için de isimlerden ve kelimelerden geçip Allah'ı bulmak Allah dışındaki varlıklardan arınmak gerekir. Bütün varlığı kuşatan Allah'ın varlığı tek gerçektir. Varmış gibi görünen varlıklar gerçekte yoktur; var olan, bu varlıklar aracılığı ile kendini gösteren Allah'tır. Evren her an yeniden yaratılmaktadır. Zıdlar âlemi olan bu dünyâda her şey izâfîdir. Allah'ı gerçek anlamda tanımayan insanlar dünyânın, altın ve gümüşün kulu, kölesi olurlar. Bu kölelikten kurtulmanın tek yolu da Allah aşkıdır.

Mevlevîliğe göre mürid kendini mürşidinde yok etmeli, kendine baktığında mürşidini görmelidir. Mürşidinin tüm isteklerini tereddüt etmeden kabul etmeli, ona itaatı Allah'a ve Peygamber (s.a.s)'e itaat, muhalefeti de Allah ve Peygamber (s.a.s)'e muhalefet bilmelidir. Nefsini zayıflatmaya, riyâzet ve mücâhede ile öldürmeye çalışmalıdır. Kötülüğü buyuran nefsi ancak mürşid öldürebilir. Bu sebeple mürid mürşidinin irşâdına sıkı biçimde sarılmalıdır.

Mevlevîlikte başlıca tarîkat âyini, âyin-i şerif de denilen semâdır. Belli kâideler içinde mûsıkî eşliğinde yapılan semâdan başka zikir telkini, sikke ve hırka giyme, eğitim süreci, tarîkata giriş, halîfelik verme de belli kurallara bağlanmıştır. Sözgelimi zikir telkininde, şeyh müridi önüne oturtarak elini tutar, bütün günahlardan sakınacağına, iyilik ve takvâ üzere bulunacağına dâir söz alır, kelime-i tevhîdi üç kez telkin eder, sonra da onun için duâ eder. Duânın arkasından şeyh, dünya ile ilgisini kestiğini simgelemek üzere müridin saçından birkaç kıl keser.

Eğitim süreci, diğer tarîkatlarda olduğu gibi kırk gün süren bir ibâdet, riyâzet biçiminde değil, Mevlevîhânede hizmet biçiminde uygulanır. Bin bir gün süren bu çileyi tamamlayan kişiye derviş adı verilir.

Sikke ve hırka giydirmede küçük bir törenle yapılır. Sikke giyecek mürid başını açarak şeyhin önüne oturur, başını şeyhin dizine koyar. Mevlevî silsilesini okuyan şeyh, Allah'tan müridi fakirlik yolunda başarılı kılmasını, dileyerek müridin sikkesini tekbirler. Fâtiha sûresini okuyarak duâ eder. Hırka ise ayakta giydirilir. Yine Mevlevî şeyhleri silsilesi ve Fâtiha okunur, duâ edilir. Duânın arkasından hırkası giydirilen mürid şeyhin ve orada bulunan büyüklerin ellerini öper.

Çileden çıkmış, eğitimini tamamlamış ve gerekli olgunluğa ulaşmış dervişlere verilen üç tür halîfelik vardır. Bunlar sûret-i hilâfet, mânâ-yı hilâfet ve hakîkat-ı hilâfet olarak anılır. Sûret-i hilâfet, bir dervişe bir Mevlevîhânenin yönetimini yürütmesi amacıyla verilen halîfeliktir. Bu tür halîfeler irşad yetkisine sâhip değildir. Mânâ-yı hilâfet, seyr u sülûk denilen tasavvufî yolculuğun makam ve mertebelerini iyi bilen, Allah'ı tam anlamıyla tanıyan dervişe halkı irşad etmesi amacıyla verilen halîfeliktir. Hakîkat-ı hilâfet de doğrudan irşad ve şeyhlik yetkisiyle verilen halîfeliktir. Şeyhlik makâmı boş olan mevlevîhânelere atanacak şeyhler bu halîfeler arasından seçilir.

Mevlevîliğe mensub kişiler seyr u sülûktaki durumlarına göre çeşitli derecelere ayrılır. İlk dereceyi Mevlevîlerin büyük çoğunluğunu temsil eden muhibler oluşturur. Hz. Pîr’i ve yolu seven kişi demek olan muhib, Mevlevî kurallarına göre sikke tekbirletip tarîkata giren kişidir. İkinci derecede dede denilen dervişler yer alır. Derviş ikrar verip Mevlevîhâne mutfağında yani Matbâh-ı Şerîf’de üç gün saka postunda oturur, karârından dönmezse arakiye ve hizmet tennûresi giyinip çeşitli hizmetlerle bin bir gün halvet çıkarır. On sekiz gün süren hücre çilesini de tamamlayan kişiye Mevlevîye denir. Şeyhler ise üçüncü dereceyi oluşturur. Şeyh, bir Mevlevîhâneyi yönetmek, muhib ve dervişlerin yetiştirme yetkisine sâhip olan Mevlevîdir. Mevlevîlikte son dereceyi halîfeler meydana getirir. Halîfeler, başkasına halîfelik verme yetkisine sâhip şeyhlerdir.

Selçuklu zamânında kurulmuş olan Mevlevîlik, kısa sürede Anadolu’nun pek çok yerinde yayılmaya başlar. Artık pâdişahlar da, gedâlar da aynı posta baş keserler. Sultan III. Selîm, Sultan II. Mahmud gibi bir döneme damgasını vuran Osmanlı sultanları Mevlevîhânelerde şeyhlerinin dizlerine baş koyar.

Mevlevîlik tarîkatı Türk düşünce ve sanat hayâtına çok önemli etki ve katkıları olan bir tarîkattır. Hz. Mevlânâ’nın Allah aşkı ve ateşi yüzyıllar boyunca etkisini sürdürerek günümüze kadar canlılığını koruyabilmiştir. 700 yılı aşkın bir süre Mevlevî tekkeleri, tarîkat faaliyetlerinin yanı sıra bir sanat ve kültür kurumu gibi çalışmış, baştan beri birçok şâir, yazar ve bestecinin yetiştiği merkezler olmuştur.

Osmanlılar döneminde Türkiye'de en yaygın tarîkatlardan birisi olan Mevlevîliğin faaliyetine, diğer tarîkatlarla birlikte, 13 Eylül 1925 târihli bir kânunla son verilir. Ancak kânundan kısa zaman sonra1926 yılında Konya'daki merkez tekke ve Mevlânâ türbesi müze olarak yeniden açılır.

Karar öncesi Abdülhalîm Çelebi, Konya Mevlânâ Dergâhı’nın son postnişinidir. Makam çelebiliğinin getirdiği görevlerin yanı sıra millî mücâdeleye destek vermiş, Konya mebusu olmuş ve 1. Devre T.B.M.M. reis vekilliğine seçilmiştir. Kurtuluş Savaşı sırasında meclis çatısı altında görevini sürdüren Abdülhalîm Çelebi'nin bu hizmetleri unutulmamış ve 21 Ekim 1923'de kendisine yeşil şeritli İstiklâl Madalyası verilmiştir.

Abdülhalîm Çelebi, tekke ve zâviye kânunu çıkmadan, Gazi Mustafa Kemal Paşa ile konuşmalar yapıp ve onun da onayını alarak, oğlu Mehmed Bakır Çelebi'yi, Halep Mevlevîhânesi'ne şeyh olarak tâyin etmiştir. Türkiye'de tekkelerin kapatılmasından kısa bir zaman sonra, Abdülhalîm Çelebi'nin Hakk’a yürümesi bazı değişiklikleri de berâberinde getirmiştir. Bunlardan birincisi Türkiye dışındaki tekkelerin şeyhlerinin onayı İle Mehmed Bakır Çelebi'nin makam çelebisi seçilmesi, ikincisi de Konya'nın Mevlevî tekkelerin, merkezi sıfatının Halep Tekkesi'ne geçmesidir.

Devlet arşivindeki evraklarda görebildiğimiz gibi, Bakır Çelebi'nin mânevî görevlerinin yanı sıra millî görevleri de vardı. Hatay'ın anavatana katılmasında önemli bir rol oynayan Bakır Çelebi 1939'da âilesini ziyâret için İstanbul'a gidince Mandater Fransız Devleti, Suriye'ye dönüşüne mâni olmuş ve onu istenmeyen kişi îlân etmiştir. Bakır Çelebi Suriye'ye giremeyince, kardeşi Şems-ül Vahid Çelebi'yi yerine vekil tâyin etmiştir. Bir müddet Konya'da, daha sonra İstanbul'da yaşayan Bakır Çelebi 23 Nisan 1944'te, henüz 43 yaşında, kalp krizinden Hakk’a yürümüş ve babası Abdülhâlîm Çelebi'nin yanına Yenikapı Mevlevîhânesi'ne defnedilmiştir.

1945 yılında yeni kurulan Suriye Hükümeti'nin başına geçen Sadullah Cabiri ve kabinesi çelebilik makâmını resmen kabul etmeme kararı alır.. Vakıf mallarına el koyar. Çile bitmemiştir. Mehmed Bakır Çelebi’nin oğlu Celâleddin Çelebi’ye Suriye vatandaşlığını kabul ederse her şeyinin iâde edileceği teklif edilir. Onun bu teklifi reddetmesi üzerine, menkûl, gayrimenkûl bütün mal varlığına da el konur. Suriye Hükümeti, Bakır Çelebi'nin ölümünden sonra bir sene kadar resmen makam çelebisi olarak kabul ettiği Celâleddin Çelebi'ye bir maaş bağlar ve daha sonra kirasını isteyecekleri bir ev tahsis eder. Çelebi, annesi ve kız kardeşi tekkeden ayrılıp bu eve taşınırlar.

1948'de İstanbul'u gezmeye ve burada yaşayan akrabalarını görmeye gelen Celâleddin Çelebi teyzesinin kızı Fatma Güzide ile evlenir ve birlikte Halep'e dönerler. Bu evlilikten Esin, Faruk, Emel, Neslipir ve Gevher adında beş evlât sâhibi olurlar:

Suriye günlerinde buranın kânunlarını inceleyip, anne âilesinden kalan tapulu arazilerin bir kısmını kurtarır ve burada tarım ile uğraşmaya başlar. 1958 yılında bir yaz günü arkadaşları Celâleddin Çelebi'ye Suriye'yi çok çabuk terk etmesini, burada Türklere karşı bir hareketin başlayacağını söylerler. Doğup büyüdüğü, ancak hiçbir zaman benimsemediği Halep şehrinden birkaç saat içinde ayrılan Çelebi ve âilesi İstanbul'a gelirler. İstanbul'da evini sohbet toplantılarına açar. Ev, kimin öğretmen, kimin talebe olduğu belli olmayan bir dershâne gibi olur.

Celâleddin Çelebi, hayâtını tamâmiyle Hz. Mevlânâ ve Mevlevî kültürüne adamış, o güne kadar olan bilgi birikimini tüm dünyâya dağıtmaya çalışmıştır. Dâvet edildiği her meclise koşa koşa giden Celâleddin Çelebi; Asya, Kuzey Afrika, Avrupa, Amerika’da olmak üzere dört kıtada Hz. Mevlânâ ve Mevlevî âdap, erkânına dâir konuşmalar yapmıştır...

Bu yoğun hizmet sırasında sıhhati iyi değildir. Doktorlar, sâkin bir hayat tavsiye ederler fakat o, saydığımız pek çok hizmeti hasta bir kalp ile yerine getirmektedir. Ancak kalbi sonunda bu coşku dolu büyük aşka yenik düşer ve 13 Nisan 1996 akşamı, dünya odasından, âhiret odasına göçer. 16 Nisan'da, İstanbul Teşvikiye Câmii’nde, 17 Nisan'da Konya Sultan Selim Camii’nde kılınan cenâze namazlarından sonra Üçler Mezarlığı'na kadar âdeta insan denizinde yüzen bir kayığın içinde taşınarak buradaki âile mezarlığına defnedilir.

1996 yılında İstanbul merkezli kurulan ve başkanlığını Hz. Mevlânâ’nın 22. kuşak torunu, Celâleddin Çelebi’nin oğlu Faruk Hemdem Çelebi’nin üstlendiği, ablası Esin Çelebi Bayru’nun başkan vekîli olduğu Uluslararası Mevlânâ Vakfı’nın titiz bir çalışma ile hazırlamış oldukları “Mevlânâ 800 yaşında” adlı proje 2007 de tüm dünyâyı Konya’ya toplar. Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Uluslararası Mevlânâ Vakfı’nın girişimleri sonucu UNESCO, 2007 yılını Dünya Mevlânâ Yılı îlân eder.

Mevlevîlik târih boyunca, sadece Anadolu'da değil Balkanlar’da, Asya'da, Afrika’da ve Arap Yarımadası’ndaki insanları da yüzyıllarca aydınlatan ve bugün ise Amerika, Avustralya dâhil bütün dünyâyı aydınlatmaya devam eden bir “olgun insan” yetiştirme yolu olmuştur. Türk kültürünün önemli bir bölümünü teşkil eden bu yolun, aslına uygun bir şekilde gelecek kuşaklara aktarılması için çaba gösterilmesi ve bu konuda bilimsel ve geleneksel birikimin değerlendirilmesi gerekmektedir.

Hz. Mevlânâ’nın vuslata erişinden bu yana geçen sekiz asırlık koca zaman diliminde, Müslüman olmak isteyen milyonlarcası hâlâ Konya’ya türbesine akın etmekte, tüm dillere çevrilmiş muhteşem eseri Mesnevî-i Şerîf hâlâ milyonlarca insana hidâyet kaynağı olmaktadır. İşte 800 yıldır hâlâ milyonlarca insanın Hz. Mevlânâ vesîlesi ile Müslüman olması, Hz. Mevlânâ’nın Hakk’a nasıl da sıkı bağlandığının delîli gibidir.

Hz. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin babası Sultânü'l-ulemâ Bahaeddin Veled Hazretleri, 1231 yılında Hakk’a yürüdüğünde vasiyetine uyularak sağlığında sık sık gezintiye geldiği, sur önündeki "Gül Bahçesi" ne defnedilir. Daha ilk günden îtibâren ziyâret edilmeye başlanılan bu mütevâzı kabir, bu günkü muazzam Mevlânâ Ma'mûresi'nin ilk yapısını teşkil eder. Dünyânın en çok ziyâret edilen yerlerinden biri olan Hz. Mevlânâ türbesinin kapısı o günden bu yana 800 yıldır sevenlerine hiç kapanmamıştır.

Hz. Mevlânâ, 17 Aralık 1273 senesinde Hakk’a yürüyünce babasının başucuna hazırlanan kabre defnedilmiştir. Hz. Pîr’in türbesi eyvan tarzında tipik bir Selçuklu türbesidir, üzeri yıldız tonozla örtülüdür. Doğu, batı ve güneyi kapalı, kuzeyi açıktır. Mübârek bedeni, mahzendedir. Onu, üst kattaki sanduka sembolize eder. Üzerine, Selçuklu ahşap sanatının muhteşem örneklerinden oluşan görkemli bir sanduka yapılmıştır. Sultan Veled Hazretleri 1312 senesinde Hakk’a yürüyünce, babasının sağ yanına defnedilmiştir.

Hz. Mevlânâ Âsitânesi'nin dört yönde birer dış kapısı vardır. “Dervişân Kapısı” günümüzde ziyâretçilerin kullandığı batıdaki kapıdır. Dervişler buradan girip çıktıkları için bu adı almıştır. Buradan, vaktiyle mezarlık olduğu için "Hâmûşân" diye anılan geniş avluya geçilir. “Hâmûşân Kapısı” yani “Suskunlar Kapısı” güneydedir. Târihî türbe Üçler Mezarlığı'na açıldığı için de bu adla bilinir. Üzerinde Sultan II. Abdulhamid'in tuğrası mevcuttur. “Pir Kapısı” doğudadır. "Küstâhân Kapısı" ise edep ve usûle uyamayanların gönderildiği kapıdır. Görülen lüzum üzerine âsitânede kalması uygun bulunmayan veya bu hakkı kaybedenler bu kapıdan yavaşça dışarıya buyur edilmiştir. Buna "seyyah vermek" denir. "Çelebi Kapısı" kuzeydedir. Bu yönde bulunan konaklarda oturan Çelebiler kullandığı için bu adı almıştır.

Küçük odacıklar olan mekânlar, tarîkat mensublarına tahsis edilmiştir. Sultânü'l-ulemâ'nın kabrinin teşkilinden îtibâren gelmeye başlayan ziyâretçilerin kalması için birkaç hücre yaptırılmıştır. Bugünküler Osmanlı dönemine âittir. Batıdakileri Kânûnî Sultan Süleyman tarafından yaptırılan bu özel mekânlar, zaman içerisinde bazı tâmir, tebdil ve tecdidlerle günümüzdeki şekil ve görevlerini almışlardır. Hücrelerin toplam sayısı 18'dir. "18" rakamı ise Mevlevîlikte önemli, saygın ve sembolik bir sayı olup, "Nezr-i Mevlânâ" diye bilinir.

Derviş Kapısı'ndan girerken sağ taraftaki hücreler, sırasıyla: Aşçıbaşı Efendi’ye, Türbedâr’a, Tarîkatçi Efendi'ye ve zâbitana âittir. Kuzeydeki hücrelerin gerisindeki bahçede görülen genişçe bina, "Çelebi Dâiresi" diye de anılan misâfirhânedir.

Toplantı odası güney batı köşede, mutfağın bitişiğindedir. Şimdi müdür odasıdır. 1867 yılında inşâ edilen bu son derece önemli salonun tavanı motiflerle süslüdür. Herkesin girmesi uygun olmayan bu mekânda "Postnişin Hazretleri" ile dâvet ettiği şahıslar girebilmiştir. Başta âsitâne olmak üzere imparatorluğun dört bir yanına yayılmış bulunan, toplam sayıları yüzü aşkın şûbelerin işleri burada görüşülürdü. Yönetimle ilgili işler, mükâfaat ve mücâzaat konuları bu mahrem ve saygın mekânda ele alınarak karara bağlanırdı.

“Matbâh-ı Şerîf” yani mutfak iki tanedir. Biri eski mutfak olup kuzeydeki bahçede, Çelebi dâiresinin yanındadır. İkincisi ise batıdaki avlunun güney batı köşesindedir. Meydân-ı Şerîf ile birkaç odacığa bitişiktir. Bodrumunda kiler bulunan bu önemli yapı, tam teşekküllüdür. "Ocakbaşı", yemek yenen "Somatlık" gibi, hizmetlilerin kaldığı "Canlar Odası" da buradadır.

"Mutfak" hem aşın hem de tarîkata girmek isteyen adayın kontrol edilip, rûhen pişirildiği gözde mekândır. Mübârek tutulur. Adayın kendisini denemek için belli bir süre kaldığı postun bulunduğu seki de mutfağın önemli müştemilâtındandır. Mutfağın en yetkili yöneticisi, son derecede önemli makâma sâhip bulunan "Âteş-baz Velî" Hazretleridir. Adayın kontrollerle liyâkat derecesini o tâyin ederek, kalıp kalmayacağını o teklif eder idi. Onayı alana hücrede yer gösterilirdi. Dervişliğe kabul edilen kişiye "semâ" tâlimleri de Somatlık'daki özel yerde yaptırılırdı.

Hz. Mevlânâ’nın âile efrâdının kaldığı “Çelebi Dâiresi”, güneyde, Kıbâbu'l Aktâb'ın duvarına bitişik, Hâmuşân'a nâzır olarak sonradan yapılmış, kârgir, camekânlı, genişçe mekândır. Meşhur "Niyaz Penceresi" de burada kalmıştır. Dergâh meşâyihinin misâfir ve görüşme salonu iken günümüzde 'Mevlânâ Müzesi İhtisas Kütüphânesi' olarak kullanılmaktadır.

Âsitânede özel bir kütüphânenin tesisini, 1854 yılında Mehmed Said Hemdem Çelebi gerçekleştirmiştir. Âsitâneye âit okunmak üzere alınmış olan ne kadar eser varsa hepsini toplatarak bir araya getirtmiştir. Dervişlerde, Çelebilerde, dolaplarda, sergenlerde, raflarda, hücrelerde bulunarak derlenen bu nâdide eserlere özel kütüphânesini de bağışlayıp katan Hemdem Çelebi böylece bir büyük hizmeti daha gerçekleştirmiştir.

Ma'mûrenin kuzey batı tarafındaki bahçede bu yöndeki derviş hücrelerinin arkası misâfirhânedir.. Tek katlı olup, dört oda ve bir de salondan meydana gelmiş kârgir binadır. Postnişîn Efendi, cuma ve bayram tebriklerini burada kabul ettiği için buraya "Şeyh Dâiresi" denildiği de olmuştur.

Âsitâne'nin dört tarafı avluludur. Bunlar: I. “Hadîkatu'l Ervah” yani “Ruhlar Bahçesi” batıdadır. Şadırvan ve havuz buradadır. II. “Hâmuşân”; güneydedir. Ortasında küçük bir havuz vardır. Türbe mezarlık tarafında olduğu için bu adı almıştır. III. “Doğu Avlu”: Doğu taraftaki bu avluda şimdi mezar taşları sergilenmektedir. IV. “Kuzey Avlu”: Bu tarafta yer alan gül bahçesinden ingin bir duvarla ayrılmış durumdadır. "Çelebiler Kapısı" ve "Vâlideler Mezarlığı" buradadır.

Avluların hepsi de önceleri ünlü Mevlevîlerin defnedildikleri mezarlık durumunda idiler. 1927 yılında müze olarak yapılan düzenlemeler sırasında, taşları doğu avluya nakledilerek buralar, bahçe hâline getirilmiştir. Hürrem Paşa, Sinan Paşa, Hasan Paşa, Fatma Hâtun ve Mehmed Bey Türbeleri de avlularda yer alan Osmanlı eserlerindendir.

Batı avluda, mutfak ve Meydan-ı Şerîf'in önünde Şeb'i Arûs havuzu bulunur. Eski takvimle, Hz. Mevlânâ'nın Hakk’a yürümesinden sonra yaz mevsimine rastladığı yıl dönümlerinde törenler bu havuzun çevresinde yapılırdı.

Şadırvan, batıdaki avlu olan Hadîkatu'l Ervah'da bulunmaktadır. Ortasındaki yekpâre mermer havuz, Ulu Ârif Çelebi'ye, Kütahya'dan hediye olarak gönderilmiş olup, şadırvanın yapımında buraya yerleştirilmiştir. Su, Yavuz Sultan Selim tarafından getirilmiştir. Buna dâir kitâbesi güneydedir. Onarımlar görmüştür. Üzeri sayvanla örtülüdür.

Selsebil ise batıdaki avluda, bu yöndeki derviş hücrelerinin önündedir. Hemdem Said Çelebi tarafından yaptırılmıştır.

Türbe ve mezarların bulunduğu kapalı mekânlara girişi sağlayan oda “Tilâvet Odası” dır. Burası, sabah namazından yatsı namazına kadar aralıksız Kur’ân-ı Kerîm okunan odadır. Bugün Mevlevîlik kültürünü bilenler türbenin girişi kapısında yer alan bu odadan Hz. Mevlânâ’nın türbesine Kur’an okuyarak girerler. Günümüzde Osmanlı döneminin ünlü hattatlarının nâdide eserleri, Harem-i Şerîf maketi, kündekârî kapak gibi müzelik eşyalar sergilenmektedir. Buradan "Gümüş Kapı" ile "Kademât-ı Pir" denilen mekâna geçilir. Mevlevî kültüründe önemli yeri olan "Gümüş Kapı" Sokulu Mehmed Paşa’nın oğlu Hasan Paşa tarafından 1599 yılında hediye edilmiştir. Hat ve tezyinatla bezelidir.

Gümüş kapıdan doğuya doğru, Hz. Mevlânâ'nın türbesi önüne kadar uzanan mekân “Kademat-ı Pir”dir. Güneyinde, paralel olarak "Kibâbu-l Aktab" yer alır. Kuzeyinde mescid, Horasan erleri ve semâhâne bulunmaktadır. Üzeri üç kubbe ile örtülüdür. "Dâhil-i Uşşâk" diye de bilinir. Mevlânâ'nın türbesinin önündeki Post Kubbesi’nin altında sona erer.

"Kutupların Kubbeleri" anlamına gelen “Kıbâbu-l Aktab”, Hz. Mevlânâ yakınlarının ve ünlü Mevlevîlerin sandukalarının bulunduğu yer olup genişçe iki kubbe ile örtülüdür. Duvarları hat ve motiflerle süslenmiştir.

Kuzeyi açık eyvan tarzındaki Mevlânâ türbesinin bu yönünde “Gümüş Kafes” bulunur. İki fil ayağının arasındaki mermer şebekelerin ortasındadır. Gümüşle kaplı olduğu için bu adı almıştır. Önünde "Gümüş Eşik" ve "Gümüş Basamaklar" yani “Mirâc-ı Sîm-pâye” bulunmaktadır. Bunların altında, türbenin mahzenine inişi sağlayan merdiven varsa da mahzen kapısı örülü durumdadır.

Mevlevîlerce son derecede önemli olan "Gümüş Kafes", Maraş Mîr-i Mírânı Mahmud Paşa tarafından, kalem-kâr İlyas'a yaptırılmıştır. Son derece zarif ve gâyet sanatlı olarak meydana getirilmiş olan bu eserin üzerinde, şâir Mâni'nin 32 beyitlik Türkçe manzûmesi yazılıdır.Yazı, Mirza Ali'ye âittir.

Gümüş Kapı'dan, Dâhil-i Uşşâk'a girilince solda vaktiyle kandil, şamdan ve mumların bulundurulduğu yerde Çerağ Kapısı vardır. Bu kapı mescide açılır.

Mescid, Dâhil-i Uşşâk'ın kuzeyindedir. Semâhâne ile müşterek yapılmıştır. Her ikisi de Kânûnî Sultan Süleyman zamânına târihlenir. Üzeri yüksek geniş ve ferah bir kubbeyle örtülüdür. Mermer kürsüsü, mihrâbı, kârgir müezzin mahfili dikkati çekecek zarâfettedir. Günümüzde Sakal-ı Şerîf, nâdide yazma eserler ve müzelik değeri büyük olan eşyalar burada sergilenmektedir.

Semâhâne mescidin doğu bitişiğindedir. Mîmârî yönden Kânûnî devri özelliklerini taşır. Üzeri geniş ve ferah bir kubbeyle örtülü olup, altında bulunan geniş mekân semâ yapılan Meydân-ı Şerîf'tir. Doğu ve kuzeyinde Sultan II. Abdülhamit'in inşâ ettirdiği iki katlı mahfiller yer almıştır. Bunların alt katı mutribân heyetine ve misâfirlere; üst kat ise hanımlara âittir. Güneyinde "Naathân Mevkii" görülür.

Mevlânâ Âsitânesine sekiz yüz yıllık târihi içerisinde birçok sosyal, dînî ve kültürel yapılar eklenmiştir. Türbe Kürkçüler Hamamı, Selimiye Câmii, İmâret, Yusuf Ağa Kütüphânesi, Muvakkıthâne bunlardandır. Bir kısmı son yarım asır içerisinde maalesef kaybolmuştur.

Başta "Âsitâne" olmak üzere bütün Mevlevîhâneler, bol gelirli, zengin vakıflarla yönetile gelmişlerdir. "Celâliye Evkafı" adıyla bilinen bu vakıfların her türlü ihtiyâca cevap veren gelirleri sâyesinde Mevlevîlik ve Mevlevîhâneler, gayrinin yardım, destek, dolayısıyla baskı ve tekliflerine konu olmadan görevlerini îfâ ve icrâ etme imkânıyla yaşamışlardır.

Konya Mevlânâ Âsitânesi, İcrâ Vekilleri Heyeti'nin 1922 târihli karârıyla, diğer tekke, dergâh ve zâviyeler gibi seddedilmiştir. Aradan fazla zaman geçmeden, Mevlânâ Âsitânesi'nin "Âsâr-ı Atika Müzesi" hâline getirilmesi uygun görülmüştür. Gerekli düzenlemelerden sonra Âsitâne, 2 Mart 1927 târihinde "müze" olarak merâsimle ziyârete açılmıştır. 1954 yilinda ise müzenin teshir ve tanzimi yeniden gözden geçirilmiş ve müzenin adi "Mevlânâ Müzesi" olarak değiştirilmiştir.

Müze alani bahçesi ile birlikte 6.500 m² iken, yeri istimlak edilerek Gül Bahçesi olarak düzenlenen bölümlerle birlikte 18.000 m²ye ulaşmıştır. Bu gün yurdumuzun Topkapı Sarayı'ndan sonra en çok ziyâretçisi olan müzesidir.

Bu sebeple çeşitli zaman aralıklarında bakım ve restore çalışmaları devam etmektedir. Kandili hiçbir zaman sönmeyen Hz. Mevlânâ’nın türbesinden süzülen bu ışık asırlardır hidâyet ve nur olmaya devam etmektedir.

Âriflerin gönüllerinde adı her an yaşayan Hz. Mevlânâ’nın türbesi dört mevsim sevenleriyle dolup taşmaktadır. Ölmeden önce ölen Hz.Pir Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hakk’a yürüdükten sonra bile insanoğluna ölümü hatırlatarak Allah’a kavuşmadan önce kendine çeki düzen vermesini öğütler:

“Ey oğul, herkesin ölümü kendi rengindendir. Düşmana düşmandır, dosta dost!

Ayna Türk’e nazaran güzel bir renktedir. Zenciye nazaran o da zencidir.
Ey can, aklını başına devşir. Ölümden korkup kaçarsın ya; doğrusu sen, kendinden korkmaktasın.

Gördüğün, ölümün yüzü değil, kendi çirkin yüzün. Canın bir ağaca benzer; ölüm onun yaprağıdır.

İyiyse de senden yetişmiş, yeşermiştir; kötüyse de. Hoş-nâhoş… Gönlüne gelen her şey senden, senin varlığından gelir.”

Bu nasîhatler ışığında, olduğu gibi görünmek, göründüğü gibi olmak isteyen milyonlarca gönül insanı Hz. Pir Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin Konya’daki makâmında hemdem olmaya devam edecektir. (k.s)…

Yazan Nevin Şahin

http://ankaramasasi.com/haber/702781/anadolunun-manevi-mimarlari-mevln-celleddn-i-rm
İlginizi Çekebilir

Yorumlar (0)

Yorumunuz İletilmiştir.